Necip Tosun ::: BOŞLUĞUN SESİ         
Necip Tosun
Öyküler 
 
 BOŞLUĞUN SESİ


Sandım ki beni alev alev yakan bu ses, kaleme aldığımda herkese ulaşacak, kalplere değecek, herkesi, her şeyi yakacak, dalga dalga yayılacak, okullarda, evlerde, otobüslerde, metroda, Doğu'da, Batı'da yankılanacak, acılara, haksızlıklara, kaosa çare olacak, yaraları saracak, âşıklara dil, yoksullara ekmek, zenginlere merhamet olacak, zalimleri utandıracak, ezilenlere güç verecek. Bu beklentiyle yıllarca yazdım, yazdım. Ama olmadı, sesimi kimse duymadı. Meğerse sesim boşluğun sesiymiş, öyle olmasa bunca yıldır acılarımı, rüyalarımı biri duyardı. Yıllardır sanki hep boşluktan sesleniyormuşum, sesimin tek bir yankısı yokmuş.

Sesimi diyorum Albayım, sesimi kimse duymuyor. Artık ben buradayım, siz neredesin diye bitiyor tüm öykülerim. Ama kimse duymuyor. Yok Albayım, artık Oğuz Atay'ın sesini herkes duyuyor. Oğuz Atay'ın sesi biraz geç geldi ama artık gümbür gümbür yankılanıyor. Hatta onun sesi o kadar çok çıkıyor ki bizim sesimiz duyulmuyor. Kitapları yetmişinci baskıyı geçti. O olsa bu kadar güçlü duyulmasından rahatsız bile olabilirdi. Ama biz böyleyiz hiçbir şeyin kararını bulamıyoruz. Şimdi de beni duymuyorlar Albayım. Beni kimse duymuyor, bu yüzden sana yazıyorum.

Oysa cevaplanması gereken sorularım, yorumlanması gereken rüyalarım vardı, bunu yazarak çözebilir, sorularımın peşinden gidebilirdim. İçimdeki yazma isteğini durduramıyordum, her şeyi, herkesi, duyduğum bir sesi, gördüğüm bir yüzü, dinlediğim bir şarkıyı, durakta bekleyen yolcuları, sabah saksıları sulayan genç gelini, trenleri, memurları, her şeyi, herkesi, yazmak, yazmak istiyordum. Kendimi durduramıyordum, her yandan hikâyeler akıyordu. Benim sadece bunları kaleme almam gerekiyordu o kadar. Yazarak bu insanların hayatını güzelleştirebilir, zenginleştirebilirdim. Ben de bir başkasını, ötekini tanıyabilir, o zaman hep eleştirdiğim insanlarla aynı hayatı yaşamak zorunda kalmazdım. Ama biliyordum ki, bu insanların yanında da yazamaz ancak bunların dışına, kendimi görebileceğim yere çıkarsam yazabilecektim. Bu yüzden yalnızlığı seçtim, onlardan uzaklaştım. Her yazar gibi, sessiz, sakin bir çatı katı kiraladım. Yağmurlu yağmursuz, güneşli kapalı günlerde yazmaya başladım. Ama sözcükler ateş gibiydi onları avucumda tutamıyordum. Kalpten çıkınca alev alev yanıyordu. Onları en iyi şekil alacağı kalıplara dökmeliydim. Her sabah dua ediyordum: Allah'ım o kalıpları bulmama yardım et, ateşimi söndürme. Allah'ım hayal ver, ufuk ver, kendimi, kalbimi göreyim. Allah'ım ateş ver, kelime ver onu taşıyayım, taşıyayım, sonsuza kadar yazayım, yazayım.

Kendime kitaplardan, yazdıklarımdan, dostluklardan oluşan yepyeni bir dünya kurmam gerekiyordu. Tasvir, ritim ve duygularla örülü bir yazı evreni ve sözcüklerden oluşan bu dünyada her şey yer almalıydı. Yalnızlıklarım, rüyalarım ve anlayışsızlıklar... Ben bu iki dünyaya da sığabilmeliydim. Ama insan yeni bir dünya yaratabilmek için önce bulunduğu dünyadan çıkabilmeliydi, bu, sancılı ve yıkımla da olsa başarabilmeliydi. Okuyarak, yazarak, hissederek ruhumu bilmeli o dünyaya doğru ilerlemeliydim. İyice inanabilmem için yeni dünyayı görebileceğim bir pencere açmalıydım. İnsan ancak görebildiği, tasarlayabildiği umutlara daha güçlü inanabilirdi. O ışığı, parıltıyı, renkleri hissetmeliydim.

Cam fanusu kırıp kendim olacak yeni kişiyi ortaya çıkarmalıydım. Bunu da en iyi öykülerle yapabilirdim. Bir öykünün içine girip, hayatlarının sonundaki insanları yaşadıkları hayatla yüzleştirerek, hayat, gelecek kurguları yapabilirdim. Öykülerde önce kendi hayatımı kurgulamalıydım. Öykü hayattan çıkış için bana bir yol arayışı olabilirdi. En azından varacağım yeri test etmemi sağlayabilirdi. Yazmak bir arayış ve düşünce aracı olmalı ve beni bir yerlere götürmeliydi. Aslolan bir karakterin içine girmek, kaybolmak, rüyalarını, günübirlik işlerini yaşayabilmek, kurgulayabilmek, başka hayatlara dalabilmekti. Hayattan daha gerçek şeylere dokunabilmek...

Ama nasıl yapacaktım? Asıl mesele buydu. İçine girince gördüm ki her şey karmakarışıktı ve alevlerin döküleceği pek çok kalıp vardı. Hikâye kimine göre sade kimine göre kapalı, kimine göre bilinçaltından, kimine göre postmodern anlatılmalıydı. Hatta bir öykü nasıl biter onda bile anlaşma olmamıştı. Kimine göre öyküde çarpıcı bir final olmalı kimine göre final gereksizdi. Bazılarına göre birey bazılarına göre toplum anlatmalıydı. Kimine göre mesaj metinde gizlenmeli kimine göre doğrudan verilmeliydi. Ya kaleme kalem diyecek kadar gerçekçi olmalıydık ya da elmaya kadın diyecek kadar gerçeküstücü olmalıydık. Ben bunlardan hiçbir şey anlamıyordum. Kafam karmakarışıktı. Albayım ne kadar birbirine tezat görüşler vardı. Herkes her şeyle tezattı. Zaten beni bu tezatlar bu hâle getirdi Albayım. Aslında ben hepsinden yanayım. Her öykü ayrı ayrı biçimlerle, her ayrı görüşe göre yazılmalıydı. Ama yapamıyordum en son okuduğum yazardan etkileniyor, onun gibi yazmaya çalışıyordum.

Çok sonra anladım ki yazmak için bir de düşünce gerekliymiş. Evet, bir düşünce edinmeliydim. Önümde Doğu ve Batı düşünceleri vardı. Ben de yerli mi almalıyım ithal mi diye düşündüm. Yerli malı yurdun malıydı ama geçer akçe değildi Albayım. Galiba karıştırmak gerekliydi. Bir yerde heykeller, resimler vardı bir yanda menkıbeler, mesneviler. Bir yerde Sümerler bir yerde Selçuklular, bir yerde Romalılar bir yerde Osmanlılar, Etiler vardı. Beş benzemez yani. Ben işin içinden çıkamadım. Etiler ile Osmanlılar karşılıklı kahve içerler dendi ben hiç görmedim. Hangi kapıyı açmalı hangi kale kapısından içeri girmeliydim. Bu deryalarda dolaştım. Bütün okuduğum kitaplardan sonra vardığım yer şuydu; insanlar Allah'a ya inanıyor ya da inanmıyorlardı. Her şey bu temel üzerine oturuyordu. Ama kimse bunu açıktan söylemiyor, süslüyor, gizliyor, mesele etmiyor gibi yapıyorlardı. Bazen de herkes bir Tanrı ediniyor onu kendine göre biçimlendiriyordu. Yazdığım şeylere bu düşünceleri serpiştirmeliydim. Oysa Albayım ben yemeklerin sadesini severim. Bir yemeğe biber, karabiber atılmasından, üstüne limon sıkılmasından hiç hoşlanmam. Konudan konuya geçtim, biliyorum. Ama bu da bir anlatma biçimi. Buna bilinç akışı diyorlar Albayım. Âkif inanmış Nâzım inanmayan biriydi. Ama elma her ikisine de yasaktı. Âdem yasak elmayı yediği için cennetten kovulmuştu. Bu ülkede Mehmet Âkif'e de, Nâzım Hikmet'e de sırf elmayı yiyecek diye çok kötü davrandılar Albayım. Onları dışarı attık. Ama bu çağrışımlar bitmez ki değil mi? Bir yerde bunlara set çekmek lazım. Neyse hani küçükken defterlere çiçekli böcekli kenar süsü yapardık ya bana edebiyatta süsleme böyle bir şeymiş gibi geliyor. Ama insanlar öykülerde, romanlarda ışıl ışıl ışıldayan, mitinglerde pankartlara yazacakları cümleler istiyorlardı. Bunu reklam şirketleri yapabilir diyemiyordunuz ne de olsa okur velinimetinizdi.

Doğu'dan Şahname'yi, Mesnevi'yi, Kutadgu Bilig'i, Batı'dan Odysseia'yı, Don Kişot'u. Faust'u derinlemesine inceledim. Mukaddime ile Kapital'i karşılaştırmalı okudum. Belki de kafam bundan karıştı. Her şey karmakarışıktı. Batıcılara göre bir geçmişimiz yoktu, film yeni başlıyordu. Doğucular ise maziyi kutsuyorlardı. Kimine göre de tüm dünya dilleri Türkçeden çıkmış, Eskimolar, Macarlar, Arjantinliler hatta Afrika kabilelerinin çoğu Türk'tü. Bir Cumhuriyet çocuğu olarak sürekli ileri bakmam gerekirken aklım Doğu'da kalmış, ordan güzellikler devşiriyordum. Bütün düşüncelerin, bütün biçimlerin birleşebileceği bir yer olduğunu biliyordum. Bütün yazı hayatım boyunca bunu aradım. Bende herkese uygun düşünce vardı. Hem Beethoven hem Dede Efendi dinliyordum. Hem klasik hem moderndim. Biçim özden, öz biçimden önce gelebilirdi. Bu dünyada herkese yer vardı. Daktilonun tıkırtısıyla da bilgisayarın ışığıyla da yazabiliyordum. Siyah beyaz filmleri de renkli filmleri de hiç ayırt etmeden sevdim. Bütün bu araştırmalardan sonra yazmaya başladım. Ama düşündüğüm gibi olmuyordu. Karanlıklara karşı aydınlığı, yalanlara karşı gerçekleri yazacaktım. Kendimi bir araya getiremiyordum, düşüncelerim bu günde, duygularım on dokuzuncu yılda kalıyor, parça parça insan olarak insan içine çıkamıyor, bu parçalı hâlim yazdığım öykülere de yansıyordu. Tam yazıya oturmuşken Woolf bilinçaltına, Çehov ağaçların altına, kırlara doğru çağırıyordu. Bense kararsız ortada kalakalıyor, yolumu kaybediyordum.

Yazarlık biraz garipti Albayım. Dümdüz gerçek kimsenin hoşuna gitmiyordu. Bu yüzden yazarken yalan söylemeliydim ama bu yalanlarla hakikat ortaya çıkmalıydı. Ben de yalanlar kurmaya başladım. Sürekli yalan söylüyordum. Yalan söylemek önemli değildi de bunlara zamanla inanmaya başlamak problemdi. Oysa yalan diye anlattıklarım yazıya döküldüklerinde gerçeklerden daha gerçeğe dönüşüyorlardı. Yanımdan geçip giden biri yazdıkça ete kemiğe bürünüyor, gelip karşınıza oturuyor varlığını herkesten önce size inandırıyordu. Yazarak âdeta büyüleniyor, başka biri oluyor, o söylüyor siz yazıyordunuz. Sonra o oluşturduğunuz karaktere âşık oluyor, oluşturduğunuz o doktorun sizi iyileştireceğine inanıyordunuz. O zaman gerçek neydi yalan neydi? Kafam karmakarışık olmuştu.

Sonunda bu işin öncülerini ziyaret etmem gerektiğini anladım. Onlar bana yardımcı olabilirlerdi. Kimin nasıl yazdığını, dünyanın nasıl yönetilmesi gerektiğini, evliliğin yazarlığı öldürüp öldürmediğini, trafik sorunlarının nasıl çözüleceğini, Truvalıların hain olup olmadığını, Homeros'un kör olup olmadığını, bana hangi renk takım elbisenin yakıştığını enine boyuna düşünüp kararlar aldım. Parist'te Proust'u, İran'da Hafız'ı, Konya'da Mevlânâ'yı, Mahalle Kahvesi'nde Sait Faik'i, Londra'da Katherine Mansfield'i ziyaret ettim. Buradan bir çıkış bulabilir, yüz yüze derdimi anlatabilirdim. En iyisi buydu. Londra'da günlerce yarı gerçek yarı düş Mansfield'la karşılaşacağımı kurmuştum. Londra sokaklarını bir yerde mutlaka onunla karşılaşacakmışım gibi dolaştım. Bir kafede, bir kitapçıda, ne bileyim bir markette. Bazen diyordum ki, şimdi şu oturduğum kafeye gelse, tam karşımda otursa, fincanda çay içse, pencereden rüzgâr içeriye doluşsa, o uçmak üzere olan şapkasını elleriyle tutsa, onunla öykülerini konuşsak, Woolf'u sorsam ona... Neyi, nasıl yazacağımı sorsam. Ama olmadı, karşılaşamadık. Yalnız bir akşam bir kitapevinde, Türkçe'ye çevrilmemiş Mansfield'in Mektupları kitabını buldum. Müthiş heyecanlandım. Kitabı hemen alıp, bir anlamı olsun diye Thames Nehri'nin yanına kadar yürüdüm. Ay ışığı çimleri aydınlatıyordu. Çimlere oturdum, merakla okumaya başladım. Onunla karşılaşmış gibi olmuştum. Ancak kelimelere bakıyor hiçbir şey anlamıyordum. Aslında anlamamam normaldi çünkü İngilizcem yoktu. Kitabın başına oturduğumda ancak anlamıştım bunu. Olsun, Mansfield'in dünyasına girmiş, dolaştığı sokaklarda dolaşmış, onun gözünden Londra sokaklarına bakmıştım bu yeterdi. Elbet bir faydası olacaktı.

Paris'te Proust'un mezarına gittim, yanına vardım "Mösyö Proust zaman diyordun işte zamanı geldi, geldim, buradayım" dedim. Birden ince ince yağmur yağmaya başladı. Etrafıma baktım, sadece bizim bulunduğumuz yere yağıyordu. Elbette bir hikmeti vardı. O anda Geçmiş Zaman Peşinde romanından parçalar söylerken buldum kendimi. Sonra bu güzel parçaları o kitaptan mı söylüyorum yoksa o anda ben mi konuşuyorum tam ayırt edemedim. Orada en fazla iki dakika kalmıştım ama mezarlık bekçisi artık mezarlığın kapanacağını söyledi. Meğerse iki saattir ordaymışım. Zaman olayını orada çözmüştüm. Âdeta zihnim, kalbim harekete geçmiş, kelimeler dökülüyordu her yana. Mezarlıktan çıkıp Paris sokaklarında dolaşırken yeniden suskunluğa kapıldım. Her şey sustu. Yeniden eski ben oldum. Zaman neydi, biz onun hangi köşesinde oturuyorduk her şey birbirine karıştı.

Herkes Borges diyordu. Baştan sona bütün kitaplarını okudum. Sonra Arjantin'e gittim. Peron afişlerinin yanından, yoksul mahallelerden geçip "Buenos Aires Halk Kütüphanesi"nden içeri girdim. Borges elinde bastonu zaman ve sonsuzluk soruları üzerine dalmış gitmişti. Arkasında bir minyatür, ışıl ışıldı. Hemen yanında ise Kum Saati vardı. O, bütün dünyası olan kitaplara bakıyordu. Borges bu kitaplığın müdürlüğünü yapan üçüncü göremeyen adamdı. Gözlerinin arkasında, beyninde yaşıyordu. Orada müthiş bir dünya kurmuştu. Bir köşede onu bekledim. Sonunda ayağa kalktı. Gözünde siyah bir gözlük, elinde baston, bütün gideceği yerleri biliyormuş gibi emin adımlarla yürümeye başladı. Nietzsche'nin, Spengler'in, Sezar'ın, Shakespeare'nin, Ferideddin-i Attar'ın, Tarık Bin Ziyad'ın, İbni Haldun'un posterlerinin yanından geçti. Yürüyor, ayak sesleri kütüphanede yankılanıyordu. Ben de peşinden gittim. Bir süre sonra her yanı aynalarla kaplı bir labirentin içine girip kayboldu. Ben de labirentlerde kaybolmuştum. Arjantin'den çözümlerle değil içinde iyice boğulduğum labirentlerle döndüm. Baktığım her şey bir labirente dönmüştü.

Sadi ve Hafız'ın topraklarında dolaşırsam erdem, sabır ve aşkı öğrenebilirdim. İran'ın köylerinde gezerken, bir an kendimi çağlar ötesine gitmiş gibi hissettim. Gecenin geç vakitlerinde kasabaların büyüleyici sokaklarında gezerken Binbir Gece Masalları'nda dolaşır gibi oldum. Otomobil bile giremeyen küçücük, daracık sokaklarda toprak ve çamurla sıvanmış iç içe evlerin etrafında dolaştım. Her yer sarı ve kırmızı renkteydi. Şiraz'da Hafız'ın kabrine bir gül bıraktım, bir Fatiha; Yûnus Emre'den, Mevlânâ'dan, Bâkî'den, Fuzûlî'den, Şeyh Galib'ten, Yahya Kemal'den, Nâzım Hikmet'ten, Sezai Karakoç'tan selam bıraktım. Kabrin başında, Hafız'ın divanından parçaları müzik eşliğinde dinlerken dildeki ses ve müziğin bir kez daha ayrımına vardım. Allah'ım dedim, Hafız'ın yol göstericiliğinde bana da aşk ver, erdem ver, sabır ver, ben de böyle olayım. Ama dönüşte Azeri şoförle para yüzünden kavga ettik, adam beni yarı yolda çöl rüzgârlarının ortasında indirdi, bırakıp gitti.

Mevlânâ'sız olmazdı, onu Doğu da Batı da seviyordu. Nasılsa "kim olursan ol yine gel" demişti. Ben de gittim. Türbesinin etrafında günlerce rubailer, Mesnevi'den parçalar okuyarak dolaştım. İyice daldığım bir gün kendimi dönerken buldum. Her şey dönmeye başlamıştı. Kitaplar, felsefe, dünya dönüyordu. Gözümde her şey küçülmüş, boşluğa düşmüştü. İnsan yitirdikçe iyiliğe yaklaşıyor, azalttıkça, reddettikçe yalınlaşıyor; istedikçe, biriktirdikçe, ağırlaştıkça kirleniyor, yükseldikçe, biriktirdiği kadar fatura ödüyordu. Arınmıştım, hırs, arzu, hiçbir şey kalmamıştı. Eve dönüşte içimin boşaldığını hissettim. Artık döne döne yazabilir, dünyanın tüm kavramlarını, duygularını kaleme alabilirdim. Bilgisayara bakınca kelimeleri yeniden fark ettim. Hiçbir şey olmamış gibiydi. Dönemiyordum. Çakılıp kalmıştım. Oturup hırsla yazmaya başladım, doluyor, doluyordum. İnsan dönmeyince dolmaya başlıyordu.

Sait Faik'i hafif kapalı ve yağmurlu bir havada ziyaret ettim. Sait Faik pardösüsünün yakasını yukarı kaldırmış, elleri ceplerinde Mahalle Kahvesi'ne giriyordu. Havada kara bulutlar vardı. Camın kenarına oturup bir Az Şekerli söyledi. Yanında tavla oynayanlar, kâğıt oynayanlar, gazete okuyanlar vardı. Ben koşup arkada bir yere oturdum. Ara sıra başını cama dayayarak dışarıyı seyrediyor, düşler görüyordu. Artık yaz bitmişti, Son Kuşlar çoktan uçmuştu. İleride balıkçılar toparlanmış, martılar çığlık çığlığaydı. O camın buğusunu silip, sahipsiz köpekleri, bir köşeye sinmiş kedileri, köprü altında yatan çocukları izliyordu. Sonra gazetesini pardösüsünün cebine sokup, sokağa çıktı. Ben de peşine düştüm. Onu izliyor, dönüp arkasına bakacak diye de korkuyordum. Ama o, buğulu gözlerle balıkçılara, gazete satan çocuğa, iş için bekleşen amelelere dalıp gidiyordu. Sırılsıklam oluşuna, paçalarının çamurlu oluşuna aldırmadan, ıslak kaldırımda yürüyor, yürüyordu. Ama onun peşinden giderken çok üşüdüm. İlk kahveye girdim, ben de bir az şekerli söyledim. Kahveyi kapatıyoruz dediler, dışarıda kaldım. Hava buz gibiydi ve ben sırılsıklamdım. Günlerce hasta yattım. Artık gereken her şeyi yapmıştım. İstiyordum ki yazının başına oturduğumda, Mevlânâ'nın cüppe hışırtısını, Proust'un odadaki ayak seslerini, veremli Mansfield'in öksürük seslerini duyayım, Borges'in püro kokusunu, Sait Faik'den deniz kokusunu, Hafız'ın gül kokusunu hissedeyim. Yazmaya başladım. Her şeyi, herkesi yazdım, hamalları, burjuvayı, direnişçileri, dervişleri, devrimcileri, köylüleri, işçileri, bireysel acıları, toplumsal acıları her şeyi. Herkese, her arayışa, her görüşe, inanca uygun, kısa, kıpkısa, uzun, bilinçaltı, klasik, modern, postmodern, mikro, makro öyküler yazdım.

Bir süre kendi kendime yazıyor hiçbir ses beklemiyordum. Ancak gördüm ki insan ses gelmeyince yalnızlaşıyor, kendi kendine konuşan tuhaf bir yaratığa dönüşüyordu. Yazdıklarımı görmüyorlarsa ben yoktum. Bütün dergileri, köşe yazılarını, küçük değinileri bile bütün dikkatimle izledim. Çıkmış, çıkacak tüm yayınları taradım. Tüm etkin eleştirmenlere ithaflar, hak etmedikleri övgülerle kitaplar imzaladım. Kendi kendimden kuşku duymaya başladım. Ne dava yazarları gibi sözlerim mitinglerde pankart olarak taşınıyor, ne aşk yazarları gibi sözlerim mektuplara geçiyor ne de Doğucu yazarları gibi sözlerim kutsanıyordu. Sözüm boşlukta yankılanıp bana geri dönüyordu. Her kitaptan sonra beklediği yolcu gelmemiş yetim biri gibi orada kalakalıyordum. Bazen kitapevlerinin vitrinlerinde ışıl ışıl parlayan dizi dizi kitapları görüyor, bu kitaplar üzerinde yazılmış yazıları, yapılan tartışmaları düşünüyor bütün bunlara hiçbir anlam veremiyordum. Benim kitaplarım ise ışıksız, loş depolarda küfleniyor, ismimle birlikte kitaplarım, duygularım, düşüncelerim de soluyordu.

Bazı eleştirilere ağlayayım mı güleyim mi bilemiyordum. Güya Oğuz Atay gibi yazıyormuşum, onu taklit ediyormuşum. Oysa o kafası karışık biriydi, ne ilgisi varsa Sümerler ile Çağdaş Bar'daki insanları iç içe anlatıyordu. Ama bazen kendimi onun gibi uyumsuz, bir yabancı gibi hissediyor, nefes alamıyor, sessizliği yırtmak, buhranlarımdan kurtulmak için sokağa çıkıyor, ama yinede büyük kalabalıkların içinde kendimi yapayalnız hissediyordum. O akşam buhranların sarsıntısı içinde Korkuyu Beklerken oturup "Babama Mektuplar" yazıyordum. Oğuz Atay'ın taklidi miyim diye korkarken aslımı bile bilmediğimi düşününce rahatlıyordum. Oysa ben kendim olmak, kendim gibi yazmak istiyordum. Ben akvaryumdaki balık gibi su kabarcıklarının etrafında dolaşmak istemiyordum. Kafamı camlara vurup camı kırmak, salondan uçmak, yıldızlar arasında, yıldızdan yıldıza savrulmak istiyordum. Ama her yer çok dardı, çok dardı, nefes alamıyordum. Yine de edebiyat dünyasında tutunamadım. Kavrayamadığım bir sistem beni dışarı vuruyordu. Bir akşam iyice bunalmıştım, ne kimse sesimi duyuyor ne de yankı buluyordu. Ruhum yazdığım okunmayan kitapların ağırlığı altında eziliyordu. Onlardan kurtulmak ruhumu huzura kavuşturmak istiyordum. Her şeyden kurtulabilir, ruhumu huzura kavuşturabilirdim. O akşam yazdığım tüm kitapları bir koliye koyup sokağa fırladım. Akşam olmuştu, işlerinden çıkmış yorgun insanlar geceye koşuyor, kitaptan, defterden habersiz yanımdan hızla geçip kayboluyorlardı. Beni görmüyor, sesimi duymuyorlardı. Onlar için çektiğim acıların farkında bile değillerdi. Artık bu sesten kurtulmamın zamanı gelmişti. İnsanlara çarpa çarpa köprünün ortasına kadar geldim. Kitapları tek tek parça parça edip sulara savurdum. Bir süre sayfaların sularda ağırlaşıp iyice dibe çökmesini gözledim. Rahatlamıştım.

Eve dönerken her şeyin bittiğine emindim. İşte sesimi, rüyalarımı karanlık sulara gömmüş herhangi biri olmuştum. Ama olmadı. Bu yaptığım hareketin ne güzel bir öykü olabileceğini düşündüm: Kitaplarını yırtıp yazıyı bırakan bir yazar. Bunu hikâye edebilirdim. O an yeniden yazmaya başladım. Yani ne yaparsam yapayım yazmaktan kurtulamıyordum. Anlamıştım, yazarlık benim kaderimdi, kaçamazdım. Ben ancak yazarak yaşayabilirdim. Yazarlık bir adanmışlık, bir kurban oluştu, bunu anladım. Başka kim sizden bir şey istenmediği hâlde bütün bir hayatı pahasına gecelerini, gündüzlerini üç beş sayfaya verebilirdi ki? Anlamadığım insanların bunu niye anlamadığıydı.

Albayım, yazı kadar şaşırtıcı ve hayranlık uyandırıcı başka bir şey icat edilmemiştir. Örneğin yazı hayata karşı bir korunak olabiliyordu. Bazen yazının arkasına sığınıp hayatın saldırılarından, küçümseyici bakışlarından korunabiliyordunuz. Burada kalsa iyiydi ama biz ona galiba daha fazla anlam yükledik. Yazarak yaşanan acılar diner, gördüğümüz haksızlıkları giderir, intikamımızı alır, tüm eksiklerimize fatura çıkarırız sandık. Ömrümüzün tesellisiydi yazı, kayıplarımızın tesellisi. Sanki üç beş cümle ile teselli bulacağımızı sandık... Sanki yaşanan onca şey birkaç cümleye sığacak gibiydi. Belki de hep boş kalan bembeyaz bir kâğıda yazıp durmuşuz, bir dünya kurarız umuduyla, tesellisiyle... Hayır, hayat hikâyeye sığmıyordu.

Beklentilerle geçen ömür ne kadar uzun sürüyordu Albayım. Can sıkıntısı bütün bir hayatımın ritmi olmuştu. Bu yüzden yazarak mı yalnızlaştım yoksa yalnızlaştığım için mi yazıyordum bilemedim. Ben yazma okunu yanlış yaşanan hayatların kalbine saplanmak istiyordum. Ama artık yenilmiştim. Ağır ağır boşalmıştı içim. Tüm dayanaklarım, doğrularım, hayata ait tüm tutamaklarım yavaş yavaş içimde bir bir kopmaya, çatırdamaya başlamıştı. Hiçbir cümle kurmadan, kimseye söylemeden, kendime bile ifade etmeden, bir boşluğa düşüyor gibi tüm dayanaklarım beni terk etmişti.

Bu sessizlikte sadece edebiyattaki yerimi değil kâinattaki yerimi de kaybetmiştim. Bu saatten sonra hiçbir kapıyı çalamaz, yazmak dışında hiçbir iş tutamazdım. Bu yüzden sadece geçmişim değil geleceğim de elimden alınmış gibiydi. Esaslı bir fikir edinmediğimden sürekli buhranlar içinde yüzüyordum. Bazen yazarlık buhranlarına kapılmayayım, sakin olmalıyım diyordum ama olmuyordu. Evet, ben bir tutunamayandım. Oysa Tutunamayanlar'ı bir kitap sanmıştım, oradaki kahramanlardan biri olduğumu görünce bir kitap değil hayat olduğunu anladım. Çünkü oradaki herkesi tanıyordum.

Görmüştüm hayat bir oyundu. Ama insanlar bir tuhaftı Albayım, ıstırapla, buhranla yazılan oyunları oynuyor ama boş hayallerle mutlu oluyorlardı. Ben ise insanla hayat arasındaki ilişkilerin Tehlikeli Oyunlar olduğunu anlamıştım ancak takip mesafesini iyi ayarlayamadığımdan sürekli oyun dışına düşüyordum. Bu oyunda bana yer yoktu Albayım. Onların uyduruk rollerini kabul edemezdim. Zaten çok az olan klişe repliklerini benim sesim olarak sunamazdım. Canım insanlar buhran ve yalnızlık rolünü bana vermişlerdi. Oysa ben bu insanlara replik hediye etmeliydim. Bu yüzden bazen hayatın suratına kapıyı sertçe çarpıp çıkmak istiyordum oyundan. Ama çıkış yoktu, Oyunlarla Yaşayanlar içinde yaşamaya mahkûmdum.

Ah Albayım, hep kendim zannettiğim bir gölge tarafından takip edilmişim meğer. Sanki hayat diye bir köşeden hep kendimi seyretmişim. Bana aitmiş gibi görünen o zamanlarda, benim adımlarım zannettiğim yolculuklarda, ihanetlerle sadakat arasında gidip gelmişim. Oysa her hâli aynı olan dünyanın hâllerinden hâllerine savrulduğumu sanmışım. Meğerse hep yakalandığım hikâyeyi yaşamış, hep onu anlatmışım. Dinleyicim yokmuş, hep kendime anlatmışım. Anlatanı da dinleyeni de benmişim. Acılar anlattıkça azalır zannetmişim, meğerse anlattıkça çoğalıyormuş, anladım. Bir yenilgiye sığınmak istemem ama bazen insan kendine ihanet ediyormuş, bunu anladım. Gerçek hayatım, kurguladığım hikâyelerdeymiş, yaşamamışım, hayat sadece başımdan geçmiş.

Albayım artık içimde ilerleyemiyorum, nasılsa bir yaşam acemisi gibi ayaklarım birbirine dolaşıyor. Her şey birbirine karıştı. Doğrular, yanlışlar, yol, yordam bir biri birbirinin içine geçti. Dışarıda yürümek bir şey değil, arabanız ya da ayaklarınız sizi bir yere götürüyor. Ama içinizde kaybolmak korkunç bir şey. Düşüyorsunuz, durmaksızın düşüyorsunuz, yara bere içinde kalıyorsunuz. Albayım, içimde kayboldum, gerçekten benim bir sesim yok mu, sesimi duyabiliyor musun? Yoksa yine o öykülerden birini mi yazıyorum, kendi kendime, boşluğuma, sessizliğime mi konuşuyorum... Ben buradayım sevgili Albayım, sen nerdesin...

(İtibar Sayı 43, Nisan 2015)


Yayın Tarihi : 1.04.2015

 
         
Yorumlar
Hatice Alparslan
(11 Ekim 2016)

Müthiş....

Metin Nart
(03 Nisan 2016)

Bu gece ne iyi oldu da sizin öykülerle alakalı yazdıklarınıza denk geldim! İlk öykü yazmaya başladığımda ne kadar da kendime güven içindeydim. Hepi topu, bunca ömrümde (1961liyim) 3-5 yıldır yazıyordum, ama olsun.

Sonra, nereden aklıma estiyse, başladım öykü üzerine literatur karıştırmaya. Bırakın kendime olan güvenimi, bir ölçüde var olan tarzımı hatta yazmayla alakalı hevesimi yitirdim. Yazdığım onca öykü ilkçağdan kalma metinler gibi demode, deli saçması gibi gelmeye başladı. Bunda sizin yazılarınızın da çok etkisi olduğunu söylemeliyim.

Ama okuduğum öykülerinizle, "İYİ ÖYKÜLERİN ORTAK ÖZELLİKLERİ" başlıklı yazınızla tekrar kendime geldim. Bu öykü de ne kadar iyi geldi, bilemezsiniz.

Kaleminize sağlık. Çok, ama çok sağolun. Teşekkürler Necip Bey.

Sağlıcakla,

Zeynep Sati YALÇIN
(24 Ağustos 2015)

Bütün bir edebiyat literatürünü içeren bambaşka bir öykü... Siz anlatıyorsunuz ama konuşan benmişim gibi. Siz ıstırap çekiyorsunuz ama ağlayan benmişim gibi. Siz geziyorsunuz ama ben görüyormuşum gibi... Kendi hikayenizi anlatmışsınız lakin beni öykülemişsiniz gibi.

Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 3554