Necip Tosun ::: NECİP TOSUN İLE SÖYLEŞİ / CEMAL ŞAKAR         
Necip Tosun
Söyleşiler 
 
 NECİP TOSUN İLE SÖYLEŞİ / CEMAL ŞAKAR


Öykü terimi hikâyeye göre modern bir kopuşu gösteriyor. Bu bağlamda ısrarla öyküyü kullanırken, bu kopuşa atıf da yapılmış oluyor. Sizce de böyleyse bu kopuşu nasıl anlamak lazım?

Bu farklılaşmanın, sizin deyiminizle kopuşun hayatın doğal akışı olduğunu düşünüyorum. Eğer öncelikle kastettiğimiz bir "yazınsal tür" ise arada bir fark yok. "Öykü" derken de "hikâye" derken de aynı yazınsal türü adlandırırız. Ancak dilsel gelişmeler sonucu kelimelerin yeni anlam boyutlarıyla düşünüldüğünde araya farklılık koymak da mümkündür. Örneğin Mevlâna'nın Mesnevi'sinde anlattıkları öykü değil de hikâyedir. Buna karşın Rasim Özdenören'in günümüzde yazdıklarına öykü denmelidir. Bir başka deyişle geleneksel edebiyatımızda bir yazınsal tür olarak algılanmayan bu tür anlatılara hikâye denmesinde bir sakınca yoktur ve doğrusu da budur. Ancak modern biçimiyle yazınsal bir tür olarak ortaya çıkışıyla birlikte bu metinlere öykü denmesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bilindiği gibi Türk edebiyatında "hikâye" çok geniş anlamlar içeren bir kavramdır. İlk dönemlerde roman için bile "hikâye" terimi kullanılmıştır. Örneğin Halit Ziya'nın "roman" üzerine yazdığı kuramsal kitabının ismi Hikâye'dir. Daha sonra roman terimi kullanılsa bile aynı anlamda hikâye teriminden de vazgeçilmemiştir. İlerleyen zamanla birlikte edebiyat dünyamızda "roman" ve "hikâye" terimleri gerçek anlamlarında kullanılmaya başlanmıştır. Son dönemlerde hikâye yerine öykü terimi yaygınlık kazanmıştır. Dil tartışmalarına girmeden söylersek, hikâye yerine öykü sözcüğünün benimsenmesi, bu anlamda yerinde olmuştur. Çünkü daha çok anlatılan şey, olay ve konuyu kapsayan bir terim olan hikâye, öyküyü içermekle birlikte, gündelik dilde geniş bir anlam alanı olduğu için yanlış anlaşılmalara neden olmaktaydı. Oysa modern bir form olan öykü, hikâyenin belli bir disiplinle anlatılmasıydı. Böylece öykü sözcüğüyle birlikte, yeni form olan öykü de yeni adına kavuşuyordu. Artık roman, öykü değil hikâye anlatıyor; roman da öykülerden değil, hikâyelerden oluşuyordu. Dildeki bu gelişme karşısında öykü sözcüğü farklılaşmıştır. Bu farklılığı şöyle de açıklayabiliriz. Eğer sokakta bir trafik kazası oldu, beş kişi öldü dersek ve bu olayı da anlatırsak bir hikâyeden söz edebiliriz. Ancak o trafik kazasını bireysel bir dramdan yola çıkarak ele alır bir edebî disiplinle yazarsak öykü yazmış oluruz. Bu anlamda hikâye "anlatılan" bir şey, öykü ise "yazılan" bir şeydir. Bu nedenle "hikâye" sözcüğünün geleneksel anlatılarımızdaki anlatma biçimlerinden biri anlamında kullanılması daha yerinde olur. Günümüz yazınsal tür anlamında ise bu anlatılara öykü demek yerindedir. Bu anlamda ben öykü ile hikâye sözcüklerini sadece yazınsal bir türe geçiş olarak algılıyorum. Hikâye ile öykü arasında bir kopuşu işaret etse de öykünün hikâyenin taşıdığı değerlere bir sırt dönüşü olarak algılamıyor, yeni yorum, yeni biçim olarak bakıyorum.

Öykünün hem kuramıyla uğraştınız hem de üretimiyle. Sanatçının kuram bilmesi onun işini kolaylaştırıyor mu, zorlaştırıyor mu? Sanatçı bu anlamda kuram bilgisine sahip olmalı mı?

Elbette iyi öykü yazmak için, iyi bir kuramsal altyapıya sahip olmak işin olmazsa olmazı değildir. Ama iyi öykü yazmanın yolunun da yaptığı işe kafa yormaktan geçtiği herkesin malumu. Kuşkusuz öykücünün temel görevi öykü yazmak, öykünün iyi örneklerini vermektir. Ancak öykü davasının nitelikli eleştiri ve kuram yazılarıyla desteklenmesi gerekir. Genç öyküde görülen en büyük eksiklik yaptığı işe ilişkin bilgi ve birikim eksikliğidir. Oysa verili olan, birikim bilinmeden nasıl kişilikli bir öykü ortaya konacaktır? Bu nedenle öykücülerin bir öykü davalarının olması gerektiğini düşünüyorum. Öykü anlayışlarını, görüşlerini temellendirmeleri gerekir. Bu yüzden her öykücünün poetik bir kaygısı olmalıdır. Günümüz yazarı, öykücüsü için edebiyatın atan nabzından habersiz, çağın sesini üretmesi zor gözüküyor. Bir öykücünün en az bir eleştirmen çabası kadar yaptığı işe kafa yorması gerekir. Böylece zenginleşecek, farklı bakış açıları edinecektir. Hatta sadece öykü kuramı bile değil, resim, müzik, tarih, sinema, felsefe bilmelidir. Öykücü bu yazılarda, kendi öykü pratiği içerisindeki okuma, yazma deneyimlerini yansıtırken bir yandan kendi öyküsüne yeni kapılar aralayacaktır. Kuramsal bir kavrayışla her öykücü kendi öyküsünün temellerini konuşacak, birikimle, yaşayan güncel öyküyle kendini test edecektir. Yani bir estetik savaşın tam ortasında yer alacaktır. Bugüne değin bunu öykücülerimizin yapmamış olması kaçırılmış bir olanaktır. Bu tutumun öykücülerin eserlerini zenginleştirip ona yeni imkânlar açacağını söyleyebiliriz. Edebiyat tarihine baktığımızda bu gerçekliği net bir şekilde görürüz. Çığır açıcı romancılığı, öykücülüğü yanında Virginia Woolf döneminin en büyük eleştirmenlerinden biriydi. Eleştirmenlerin ortak görüşü Woolf eğer hiç roman-öykü yazmamış olsaydı bile sadece bu eleştiri yazılarıyla edebiyat dünyasında var olacaktı. T.S. Eliot, Octavio Paz için de aynı şey söylenebilir. Öyle ki Eliot, şair ve düzyazı ilişkisi konusunda, "düzyazıyla test edilmeyen yazarlara" şiir yazdırmamak gerekir diyordu. Bizde ise hem ürün hem de eleştiri yazılarının en iyi örneklerini veren yazarlar olarak Ahmet Hamdi Tanpınar, Tahsin Yücel, Ahmet Oktay ve Tomris Uyar anılabilir.

Öykü üzerine inceleme, kuram yazıları ve öyküler yazıyorsunuz. Sizin pratiğinizde bunun olumlu ya da olumsuz yönleri neler?

Öykü yazma disiplini, oluşumu ve süreci ile bir kuramsal yazının disiplini, oluşumu ve süreci çok farklı. Öyküde ihtiyacınız olan "duygular", kuramsal yazılarda ise ihtiyacınız olan "düşünceler". Kuşkusuz öykü yazayım deyince olmuyor, onun bir doğuş ânı, bir duygu yırtılması ve onu doğuracak bir olgunun gerçekleşmesi gerekiyor. Kuramsal çalışmalar için gerekli olan ise sadece çalışmak, araştırmak ve emek. Oysa öykü yazmak için, çalışmak, araştırmak ve emek tek başına yeterli değil. Bu anlamda zorluk çok farklı açıdan değerlendirilmeli. Zorlanarak da olsa bir kuram yazısı yazılabilir. Ama öykü onca çabaya rağmen yazılamayabilir. Öykü üzerine yazmanın hem olumlu hem de olumsuz etkileri oldu bende. Bu yazılar sürecinde, öykü üzerinde düşündükçe, öykünün inceliklerini öğrendikçe, yazmaktan, özellikle de yayınlamaktan gitgide uzaklaştığımı gördüm. Bu olumsuz yanıydı. Olumlu yanı da bu yazılar sayesinde okuduğum bir şeyin öykü olup olmadığını anlamaya başlamam oldu. Öykünün imkânlarını kavramak, onu değerlendirmek diğer yararlarıydı.

"Kalıcı öyküler, gerçeğin "yeni dili"ni bulan metinlerdir," diyorsunuz? Yazılarınızda da sıkça 'dil başarısı'ndan söz ediyorsunuz. Bu bağlamda dile nasıl bir anlam yüklüyorsunuz? Sizce dille öykü arasında nasıl bir bağ var?



Öykü, dile yaslı bir sanat. Dolayısıyla dil başarısı ile öyküde pek çok şey yapılabilir. Zaten dil aracılığıyla düşüncedeki, ruhtaki çile, huzur, yangın, coşku dışa vurulduğuna göre, eğer bir yazar bunu yapamazsa, yani ruh hâlini, düşünce dünyasında olup bitenleri hakkıyla kelimelere dökemezse, ortaya çıkan şeyden önce kendi mutmain olmaz. Elbette öyküde dil çok önemlidir. Çünkü öykü, düzyazı olmasına rağmen onun sınırlarını zorlayan bir türdür. Günümüzde öykü, yoğun, akıcı, şiirsel, ritimli bir anlatım peşindedir. Bu da ancak dil başarısının yakalanması ile mümkündür. Bu anlamda dil barajını aşamamış öykünün başarı şansı azdır. İyi öykülerin en önemli özelliği dil başarılarıdır. İyi öykülerde dil, sadece duygu ve düşüncelerin dışa vurulduğu bir araç değil, aynı zamanda biçimsel yapı oluşturmak, güzellik "yaratmak" için de kullanılan bir malzemedir. Bir başka deyişle yazar, dil aracılığıyla sadece bir aktarma değil bir inşa, yapı oluşturma peşindedir. Dil, yazarın biçim tercihine göre şekil alır. Bu nedenle iyi öyküler aynı zamanda dilin iyi kullanıldığı öykülerdir. Dil barajını aşamamış iyi bir öykü yoktur. Başarılı öykücüler, sözcüklerin anlam zenginliklerini keşfederek, ses değerine önem verip dilin artık kaybolmaya yüz tutmuş anlam derinliklerini gün yüzüne çıkarırlar. Sözcüklerin anlam çeşitliliğinden, çağrışımlarından yararlanarak anlam açıklığıyla birlikte yan anlamlarını yakalamaya çalışırlar.

"Neyi, nasıl anlatırsa anlatsın, iyi öykülerin ortak yönü, hayata ilişkin, onu değiştirmeye, dönüştürmeye yönelik bir davalarının, tavırlarının varlığıdır," tespitinizden hareketle, edebiyat gerçekten dünyayı değiştirebilir mi? Değiştirebilirse nasıl değiştirir?

Edebiyat, insana hayat karşısında bir birikim ve bilinç aktarır. Yaşananları yorumlar, gelecek tasarımında bulunur. Okuru uyarır, sarsar ve yüce, erdemli duygulara çağırır. Edebiyatçının üretim aşamasında böyle bir niyeti olmasa bile sonuç budur. Çünkü edebiyat kişisel olarak üretilir ama toplumsal olarak tüketilir. Bu yönüyle edebiyat gücünü "hayata müdahale"den alır. Bu güçten kastımız, toplumu, insanı değiştirme, dönüştürme, ona hissetmediği duyguları sezdirme kabiliyetidir. Edebiyat, adalet arayışımızın, dünyayı anlama, kavrama serüvenimizin, nihayet kendimize varma çabamızın bir sonucudur. Çağımızda aklın, zekânın her şeyi kavramada yetersiz olduğu görüldü. İşte edebiyat, gerçeğin arkasındaki görünmeyeni, hakikati bize bildirir. Sanat, edebiyat bunun için de sezgimizi harekete geçirir. Hakikat her zaman sis ve kaos içinde gizlidir. Edebiyatın görevi onu ortaya çıkarmak, ayan etmektir. Dünya, sahteliği, ikiyüzlülüğü, körlüğü geçer akçe yapmaya çalışırken, edebiyat bunu iyiliğe, güzelliğe, samimiyete çevirmenin yollarını açıklar. İnsanların durumunu açık etmeyen edebiyat güçsüzdür, sönüktür. Çağının tanığı olarak utanç duygusundan kurtulmak, görmedim, duymadım dememek için edebiyat söz alır. Edebiyatın hedefi birey olmak, özgür kalmak ve dünyanın künhüne vakıf olma arayışıdır. Edebiyat birikimi yansıtır ve insanlığın medeniyet birikimini gelecek kuşaklara aktarır. Onu yeniler ve gizlerini ortaya çıkarır. Mevlânâ birikimi vaaz ile değil, hikâye ve şiirle ifade eder. Fabllara başvurur. Dostoyevski Suç ve Ceza'da Rasknolnikov'a suç işleterek, merhamet, katil, suç, ceza, Tanrı, toplum kavramları etrafından hukuk terminolojisini alt üst edecek hukuk tartışması başlatır. Tolstoy Savaş ve Barış'ta her iki olguya nüfuz eder, gizlerini ortaya çıkarır. Hem de başka disiplinlerle ortaya konamayan yeni düşünceleri ortaya koyar. Çünkü elinde hem kurmacanın gücü hem de insanlık denen büyük bir giz vardır. Sait Faik İstanbul'u gezgin gibi aktarmaz âdeta ruhunun fotoğrafını çeker. Sezai Karakoç şiirleri okunmadan Orta Doğu'da şu an olup biteni anlamamız imkânsızdır. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u okunmadan ülkemizde yaşanan mazi-gelecek, Doğu-Batı çatışmasını bütünüyle kavrayamayız. Çünkü edebiyat gündelik hayatın puslu gözlüğü ile göremeyeceğimiz dünyaları bize gösterir. Bilginin, aklın ötesine geçip sezdirir, yeni ufuklar açar. Edebiyat olmasa Yunus gibi inancımızı, Köroğlu gibi başkaldırımızı, Şeyh Galib gibi aşkımızı anlatamazdık. Edebiyat olmasa Moğol yağmasının açtığı yaraları Mevlânâ ile saramaz, atlatamazdık. Edebiyat olmasa emperyalistlere olan öfkemizi Mehmet Âkif vasıtasıyla haykıramazdık. Edebiyat olmasa Binbir Gece biriktirdiğimiz hakikatleri birbirimize aktaramazdık. Masumların kanı ve sömürü üzerine oturmuş emperyalist bir dünyanın farkına ancak edebiyatın sezgileri ve keşifleriyle varırız. Gazeteler ve televizyonlar çoğunlukla kendi anlayışı ve diliyle gerçeği örterler. Çünkü uyuşturma ve yönlendirme ile hareket ederler. Oysa edebiyatçı gelir-geçer olayları aşarak hakikate ulaşmaya çalışır. Edebiyatçı, herkesin bildiği durumları, olayları gazeteci gibi anlatan değil, olaylar olmadan önce hisseden, kimse duymadan işiten kişidir. Edebiyatçı, büyük olaylara, yıkımlara gidilen yolları hisseder ve eserlerinde bunu sezdirir. Tıpkı Ömer Seyfettin'in Balkan Savaşı'nı tıpkı Kafka'nın yaklaşan II. Dünya Savaşı'nı tıpkı İvo Andriç'in Boşnak kıyımını tıpkı Sezai Karakoç'un Ortadoğu'da yaşanacak dramı önceden haber vermesi gibi. Bu güç nedeniyle her siyasi iktidar, devlet, iktidarını güçlendirmek için genelde kültür, özelde de sanat ve edebiyatı "kullanma", "yönlendirme" giderek "belirleme" arzusu içerisinde olmuştur. Siyasi partiler ve iktidarlar, sanat ve edebiyatın kendi doğası içerisinde seyretmesine imkân sağlama, onun önündeki engelleri kaldırma, düşünce ve ifade hürriyetini gerçekleştirme gibi temel olguları hayata geçirme yerine, edebiyatı siyasi hedeflerinin bir parçası gibi görmüşlerdir. Bu anlamda her devlet, her iktidar dolaylı ya da dolaysız sanat edebiyatı biçimlendirmek, yönlendirmek ister. Halit Ziya, "Hayat romanları değil, romanlar hayatları yapıyor" derken hiç şüphesiz yaşadığı dönemdeki edebiyatın gücünü ifade etmişti. Halit Ziya'nın bunu söylediği dönemler, edebiyatın gücünün etkin bir şekilde hissedildiği, edebiyatın hayatı etkilediği, hatta giderek dönüştürdüğü bir dönemdi. Bu yüzden ideolojiler toplumu biçimlendirmek, yönlendirmek için sanat-edebiyata ihtiyaç duyuyor, iktidar sahipleri edebiyatçıları yanlarında görmek istiyor, sofralarına çağırıyorlar, meclislere sokuyorlardı. Aynı gerekçelerle edebiyatçılar sürgünlere gönderiliyor, hapislere atılıyor, eserleri yasaklanıyordu. Çünkü edebiyat hayata değiyor, toplumda bir karşılığı oluyordu. Ama içinde bulunduğumuz zaman diliminde edebiyatın gücünü önemli ölçüde yitirdiğini görüyoruz. Edebiyat 19. ve 20. yüzyıldaki o görkemli dönemlerinin çok uzağında. Sanki tüm dayanaklarını yitirmiş, insana söyleyeceği, ileteceği hiçbir şeyi kalmamış gibi. Bunu hemen hemen her alanda görmek mümkün. Örneğin edebiyat, iktidarlar için korkulan bir imkân olmaktan çoktan çıktı. Kullanma ihtiyacı duymuyor, maniple aracı olarak bile görmüyor. Edebiyat eserleri artık iktidar sahiplerini rahatsız etmiyor. Çünkü biliyorlar ki gücünü yitirmiş, toplumda karşılığını bulmamış bir enstrüman ne çalarsa çalsın kimseyi rahatsız etmez. Bu anlamda edebiyat, bir değer üretmek, bir şeye karşı çıkmak, bir şeyi savunmak, insanlığın ortak mirasını çoğaltmak, yaygınlaştırmak işlevlerinden süratle uzaklaşıyor. Toplumu, insanı değiştirme, dönüştürme, ona hissetmediği duyguları sezdirme kabiliyeti ortadan kalkıyor. Yazar, öncelikle piyasanın, medyanın istek ve beklentilerine göre eserini oluşturuyor. Ancak ben tüm bu dünyada olup biten haksızlıklara, zulümlere karşı yine de en büyük gücün edebiyat olduğunu düşünüyorum. Bu işlevsizlik edebiyatın doğasından değil, edebiyatçıların onu yorumlamasından kaynaklanıyor.



Özel bir soru sormak istiyorum: Ömrünüzü öyküye verdiniz desek yanılmış olmayız herhalde. Neden bu aşk? Ve tabii ki değdi mi diye de soralım.

Sartre'ın Edebiyat Nedir kitabında şöyle bir cümle vardır: "Edebiyat her şey değilse hiçbir şey değildir?" bu ilk okuduğumda bana oldukça uç bir söz gibi gelmişti... Yazmak, çileli, zor, neredeyse karşılıksız bir hayata talip olmak demektir. Çünkü edebiyat insandan bir hayat talep eder. Siz ona koşulsuz teslim olmadan o gizlerini, güzelliklerini açmaz. Edebiyat asla flörtü kabul etmez apaçık bir evlilik ister. Bu bağlamda okuma/yazma ile hayat arasında çelişik bir durum vardır. Bir başka deyişle okuma/yazma ile hayat arasında bir seçim yapmak şart: Ya gündelik hayatın sıradan ilişkileri ya da "örnek bir çilekeş hayatı". Yazıyı seçmeden, bu alanda ısrarlı olmadan kalıcı olmak zor görünüyor. Biraz iddialı olacak bağışlayın ama benim hayatıma edebiyata adanmış bir ömür diyebilirim. Gündelik hayatımda her zaman öncelikli tercihim edebiyat olur. Hep ona zaman artırmakla geçer günlük uğraşım. Ailemden, işimden, dostlarımdan zaman alır edebiyata aktarırım. Edebiyatla arama girecek her şeyden uzak durmaya çalışırım hatta cep telefonum bile kapalı olur. Çünkü edebiyatın insandan bir hayat talep ettiğine inanırım. Siz ona koşulsuz teslim olmadan o gizlerini, güzelliklerini size açmaz. Ama yine de keşke, edebiyatı hayat tarzı olarak yaşıyorum, edebiyat bütün bir günümü kuşatıyor diyebilseydim. Yazık ki böyle değil. Hayatımızı kazanmak için, günümüzün önemli bir kısmını edebiyat dışı işlerde geçirmek durumundayız. Ve bunun yanında çeşitli toplumsal, ailesel zorunlulukları yerine getiriyoruz. Dolayısıyla edebiyatı bu zorunlulukların/rollerin bir yerlerine sıkıştırmakla karşı karşıya kalıyoruz. Ben bu zorunlulukları verime dönüştürmeye çalışıyorum. Mesai içinde bir "gözlemci" olarak, mesai dışında ise "sıkı okumalar" olarak bunu gerçekleştirme çabası içindeyim. Gözlemek ve okumakla "biriktiriyorum". Mesai sonrası kitabevlerine uğruyor, kitaplar arasında kendimi kaybediyorum. İlle de sinemaya yer ayırıyorum. Dost sohbetlerinde dikkatimi, gündemi yakalamaya gayret ediyorum. Bütün bu biriktirdiklerimden "taşanları" ise yazıya dökmeye, paylaşmaya uğraşıyorum. Bu yaşadıklarımdan dolayı, ekonomik özgürlük ile yazar-iddia arasında ciddi bir bağ olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak benim hayatım, ömrüm okumakla yazmak arasında geçen bir ömürden ibaret. Yeni kitap, yeni bir iz bırakma çabası. Onca çaba, emek, uğraştan sonra koskoca ömürden geride belli belirsiz izler... Ama her yeni iz yeni bir heyecan. Bir boşa uğraş, aldanma da olsa, insan kire, yanlışa, haksızlığa bulaşmadan ömrü olmalı da yazmalı, yazmalı... Çok şükür.

Günümüz öyküsünü yakından takip ettiğinizi biliyoruz. Günümüz öyküsü hakkında neler söylersiniz?

Günümüz öykülerine baktığımızda oldukça zengin, çok farklı kanallardan akan, çok sesli bir öykü anlayışının sergilendiğini görüyoruz. Hem tema olarak hem de anlatım biçimi olarak tek bir yaklaşımın ağırlığı yok. Tema olarak: duygu ağırlıklı öyküler yanında düşünce ağırlıklı öyküler de; bireysel temalı öyküler yanında toplumsal temalı öyküler de yazılıyor. İktidarlar, modernizm ve yerleşik anlayışlar eleştirilirken, ülkenin yaşadığı toplumsal, siyasal olaylar, bireysel acılar öykülerde işleniyor. Biçim olarak ise; gerçekçi öyküler de, gerçeküstü öyküler de; fantastik öyküler de postmodern öyküler de; bilinç akışı öyküleri de sade/yalın öyküler de; rüya öyküler de fotoğrafik öyküler de; sembolik yaklaşımlı öyküler de soyutlama yaklaşımlı öyküler de görülüyor. Aşk, ezilen kadınlar, iktidar-birey ilişkileri, yoksullar, çocukluk, savaş, dini değerlerden kopuş, cinsellik günümüz öykülerinde en çok işlenen temalar. Bunlardan öne çıkan tema aşk olgusu. Pek çok öykücü aşkı çeşitli açılardan yorumluyor, hikâye ediyor. Günümüz öykücülüğünde her inançta, her kuşakta, her anlayışta iyi öykücüler var. Sanat-edebiyatın gitgide pazarlanabilir bir metaya dönüştüğü, ürünün/yazının gidip, yazarın geldiği ve sonuç olarak genel bir kırılmanın ve yozlaşmanın yaşandığı günümüz edebiyat dünyasında, öykünün daha soy bir duruş sergilediğini görüyoruz. Tüketime prim vermiyor, işi ucuzlatmıyor. Tüketim medyasının pazarında hiçbir öykü malzemesi yok. Bu yüzden kendini takdim etmek isteyen yazar, öyküyü terk etmek zorunda kalıyor ve başka türlerin kapısını çalıyor. Aslında öykünün bu soy duruşu boşuna değil. Çünkü öykünün sağlam bir arka planı var bu topraklarda. Bu direnç ve birikime dayanarak, dünya ölçeğinde türün zirveleri bu topraklarda yazılıyor. Öykü sağlam temeller üzerinde, geleceğe umutla bakıyor, insanlara, birikim, tecrübe aktarmayı sürdürüyor.



Yayın Tarihi : 4.02.2020

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 1932