Necip Tosun ::: OKTAY AKBAL: KAYBEDİŞLER VE HATIRLAYIŞLAR         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 OKTAY AKBAL: KAYBEDİŞLER VE HATIRLAYIŞLAR


Oktay Akbal (1923-2015), 1940'larda başlayan edebiyatımızdaki büyük öykü atılımı atmosferinde öyküler yazdı. Bu dönemin en önemli yol açıcılarından olan Sait Faik'in öykü dünyasını izleyerek, kuşağının pek çok öykücüsü gibi yazın hayatının sonuna kadar aynı anlayışı sürdürdü. Dönemin diğer önemli eğilimi olan toplumcu gerçekçilerle edebiyat anlayışları kesişmeyen Akbal, tüm yazın serüveni boyunca "ben anlatım"a yaslanan, toplumsal/sosyal endişelerden çok, bireyin içsel dünyasının öne çıktığı bir öykü anlayışını benimsedi. İnsan sevgisine dayalı hümanist bir çizgide, hayatın, yaşama coşkusunun yüceltildiği öyküler yazdı.

Oktay Akbal'ın öyküleri, büyük olaylara, entrikalara, hikâyelere yaslanmaz. Bunlar neredeyse bir durum ve atmosfer öyküsü bile değildir. Daha çok iç monologlarla oluşturulan enstantanelere, küçük anıştırmalara, çağrışımlara dayalıdır. Bir mekândaki izlenimden, küçük bir anıdan, bir duygudan yola çıkarak metnini oluşturur. Tümüyle ben anlatıma yaslanan öyküler, hem biçimsel hem de tematik anlamda birbirine yakındır. Öyle ki bir öyküyü diğerinden ayırt etmek zordur. Neredeyse tüm öykülerin kahramanı aynıdır. Okuyan/yazan anlatıcı, İstanbul'u bir uçtan bir uca kat ederek, parkta, kahvede, sahilde, meydanda, şehrin aşksız, arzusuz insanlarını gözler. Bu mekânlarda, avare, aylak dolaşan kahraman; düşler, görüntüler ve sesler etrafında bir dünya kurar. Bu dolaşmalarında küçük bir enstantaneye şahit olur ya da eski bir sevgilisini anımsar ve böylece öykü bu temayla kurulur. Onun tutkunu olduğu tipler, içinde aşkları, şehrin uçsuz bucaksız caddelerinde dolaşır, köprü altlarındaki mavnaları izler, parklarda avarelik yapar, aşk filmlerine gider. Yağmurdan, denizden, hayattan habersiz, coşkusuz, aşksız insanları anlayamaz. Bu kahramanlar, düzenli, tertipli yaşantıları, disipline edilmiş insanlık durumlarını reddederler. Akbal, bütün öykülerinde bu özgür, aylak ve düşler içindeki kahramanını, kalabalıklar içinde dolaştırır. Anlatıcı bu dolaşmalarında, kendisiyle yüzleşir; hayata, insanlara, eşyaya bakışını sorgular.

Oktay Akbal öyküyü, kurgu, tahkiye, olay örgüsü olarak değil, anı parçacıklarının dramatize edilmesi, giderek bir temanın çeşitli görüşlerle doğrulanması olarak algılar. Öykülerinin sonunda mutlaka bir yargıya varır; anlattıklarını, aforizmalara, felsefi bir görüşe dayandırır. Bir duyguyu, bir düşünceyi, "kendi kişisel düşüncelerinin" ispatı için gündeme getirir. İşte tam burada öyküler denemeye yaklaşır, deneme ve öykü birbirinin içine geçer.

1946'da yayımlanan ilk kitabı Önce Ekmekler Bozuldu, Akbal'ın daha sonra tüm öykü serüvenini kuşatan, yalnızlık, aşk, hayaller ve insan sevgisi temaları etrafında yoğunlaşır. Öykülerde, hayat ve yaşama coşkusu öne çıkarken, savaş atmosferi geri planda sürekli kendini hissettirir. İkinci kitabı Aşksız İnsanlar (1949) benzer bir iz üzerinde yürür. Öykülerde özgür, aylak, düşler içindeki kahramanı kalabalıklar içinde dolaşır. Aralarında dolaştığı insanları, aşklı insanlar-aşksız insanlar olarak ikiye ayırıp âşık insanları yüceltir. Çünkü aşksız insan; hayalsiz, umutsuz, arzusuz, sıradan, herhangi biridir. Anlatıcı çoğunlukla geçmişe, çocukluğa döner; nostaljik bir bakışla, çocukluğun, ilk gençliğin güzel günlerine özlemle bakar. Ağırlıklı olarak değişim ve değişimin duygularda yarattığı tahribat işlenir. Bizans Definesi'nde (1953) çocukluğun, ilk gençliğin güzel günlerine bakışını sürdürür. Kitaba da adını veren öyküde, masala, iyi güzel bir hayata ulaşmak için aldanmaya ihtiyacı olan insanlar anlatılır. Anlatıcı, Bizans definesi bulmak amacıyla rüyaya yatan insanların psikolojilerine eğilir. Bulutun Rengi (1954) yalnızlık, boşluk içindeki kahramanların arayışlarıyla, çocukluk anılarına yaslanır. Onun öykülerinde sinemanın fonksiyonları yoğun olarak işlenir. Âşık insanların, yalnız insanların, düş peşindeki yalnızların âdeta bir tapınağıdır sinema. Sinema tutkusu bu kitapta da baskındır. Berber Aynası'nı (1958) zaman, hayal ve yitirişler üzerine kurar. Geçmişin güzel günlerinin, ilk aşkların yitirilişini öyküleştirir.

Yalnızlık Bana Yasak (1967) ağırlıklı olarak yalnızlık duygusuyla aşk/kadın temaları üzerinde yoğunlaşır. Yalnız kaldığında geçmişiyle yüzleşen anlatıcı, bu durumdan kaçmak için insanlara, kalabalıklara sığınır. Böylece yalnızlığına sığınacak, kendisiyle yüzleşecek, geçmişin yanlışlıklarından, yitirilmiş güzelliklerden kaçacaktır. Tarzan Öldü'de (1969), yaşanan anların, zamanın geçiçiliği öne çıkarılır. Eskiyen eşyalar, yaşlanan insanlar, birer anıya dönüşen yaşanmışlıklar anlatıcıyı ölüm gerçeğine ulaştırır. İlkyaz Devrimi (1977) mevsimler, zaman, çocukluk, yalnızlık temaları etrafında gezinmekle birlikte ağırlıklı olarak dönemin siyasal atmosferini yansıtır. Anlatıcı yine kahvelerde, dolmuşlarda, meydanlarda gözlemlerini sürdürür. Ne var ki artık çevresinde politika, yönetim konuşulmaktadır. Etrafta sevgililer değil, ülke sorunlarını sorgulayan, hak arayan, yürüyen, bir şeyleri protesto eden gençler vardır. Anlatıcı da bu konularda görüşlerini aktarmaya başlar. Bu arada anlatıma iyiden iyiye deneme dili hâkim olur. Anlatıcı, tam bir gazete köşe yazarı gibi politik yargılar verir. Dergilerden, kitaplardan söz açar, onlarla ilgili görüşlerini, yargılarını dile getirir.

Karşı Kıyılar (1979) hiç kuşkusuz onun öyküden iyiden iyiye uzaklaştığı bir çalışması olur. Olayın, tahkiyenin, kurmacanın olmadığı metinler, tam bir gazete köşe yazısı biçimindedir. Dönemin siyasal atmosferi tüm metinleri kuşatmıştır: Politika, oy, seçim, sağ, sol, mücadele... Anlatıcı, yine çevresindeki insanları gözlemeyi sürdürür. Otobüste, meydanda... Ama onlar da politikadan konuşmaktadır. Anlatıcı da duyduğu bu politik yargıları yorumlar. Bu yüzden metinlerinin çoğu belli bir tema etrafında oluşan, çeşitli yazarların görüşleriyle desteklenmiş deneme türüne girecek yapıdadır. Hey Vapurlar Trenler (1981) de tümüyle denemenin sınırlarında dolaşan metinlerden oluşur. Hayatın geçiciliği, fâniliği, ölümün kaçınılmaz olduğu gerçeği yazılarda öne çıkar. Akbal bunu da 1930'ların çocukluk anılarına dönerek yapar. Zaman her şeyi değiştirmekte, dönüştürmektedir. Her şeyin sonunda ölüm vardır. Bu yüzden hayata bir anlam vermek ve onu güzelleştirmek gerekir. Ey Gece Kapını Üstüme Kapat (1988), zaman ve ölüm ekseninde oluşur. Lunapark (1983), Hücrede Karmen (1998) anılara yaslanmış, günümüz sorunlarına da değinen ama çoğunlukla zaman olgusunu irdeleyen öykü-deneme arasında gidip gelen metinlerden oluşur.

Oktay Akbal, öykülerini zaman, hayal, yalnızlık, çocukluk, aşk ve yitirişler üzerine kurar. Onun öykülerinin merkezinde "zaman" yaklaşımı yer alır. Güzelliklerin hep geçmişte kaldığına, zamanın bu güzellikleri yok ettiğine inanan kahraman, aşk, inanç ve hayallerle hayatı güzelleştirmeye çalışır. Ama bütün bunlar da er ya da geç zamana yenik düşer. Çünkü zamanı zapt etmek imkânsızdır; o her şeyi kendi rengine dönüştürür. Anlatıcı için zaman bir oyuncaktır. Dünü, bugünü, yarını anlamlandıramaz, bunları bir yere koyamaz: "Zaman dedikleri nedir ki!.. Bir aldatmaca! Geçmiş yılların koleksiyonlarını karıştırsa kendini o günlerde bulmayacak mı? Daha doğrusu, o geçmiş günleri, içinde yaşadığı günün gerçekleriyle birleştirmeyecek mi? Nedir değişen?" ("Hep O Dar Kapı", Ey Gece Kapını Üstüme Kapat).

Her şey geçip gidiyor, insan yaşadığı her şeyi bir gün kaybediyorsa, o vakit tüm bu ânların yaşanmış ya da yaşanmamış olmasının, gerçek ya da hayal olmasının ne önemi var? İşte onun öykülerinde zamandan sonra sorun olarak işlediği önemli bir diğer kavram da hayal/düşlerdir. Zaman sonunda her şeyi siler. Yıllar sonra girdiği sokakta kaybettiklerine ilişkin anılar üşüşür belleğine. Anlatıcı geçmişe, anılara bakarken onların yaşanmışlığından şüphe eder. Bu nedenle zamana, yaşanan âna duyulan kuşku onu hep düşlere götürür. Anlatıcı gerçek konusunda hep kuşkuludur: "Evet bir düş. Bir düş evreninde yaşamıştı. Şimdiki gibi. O mu düştü, yoksa şimdiki mi? Hangisine inanmalı" ("Ayakları Dibinde Gökyüzü", Berber Aynası). "Gondol" öyküsünde düş ve gerçek karşılaştırılmasında, fânilik öne çıkarılırken tek gerçeğin ölüm olduğu vurgulanır: "Gerçekleşemezdi gondol düşleri. Yalı düşü gibi. Yaşama, mutlu olma, bir şeyler umma, bekleme düşleri gibi. Tek bir düş var. Gerçekleşecek olan, ölüm düşü."

Akbal, yitirilmiş zaman parçalarına eğilir. Orada hep bir boşluk vardır. En derin boşluğu ise aşklar oluşturur. Çünkü aşklar hep hüsranla sonuçlanmıştır. Kavuşma asla yoktur. Bu kavuşamamanın aslında belli bir nedeni de yoktur. Ayrılınmıştır, o kadar. Şimdi, anlatım ânında bu yitirilmişliklere bakılır. Bir oyun gibidir aşk. İlk gençlik çağının zorunlu bir ritüeli gibi. Bu sevgililer, farklı insanlarla evlenirler. Kimi öykülerde bu insanlar yıllar sonra bir araya gelirler. Aşk bittikten yıllar sonra o duygular bugünden değerlendirilir. Çoğu mutsuzdur. Ama bu yeni durumu da doğru dürüst bir yere koyamazlar. Kırık dökük konuşmalardan sonra yollar yeniden ayrılır. Anlatıcı aşk için yaşadığını söylese de, aşk ilişkilerini bir türlü yoluna koyamaz. Bir iki diyaloğa yaslanan kırık dökük ilişkiler, sinema kaçamağı, uzaktan uzağa düş kurmalar, komşu kızının pencereden görüntüleri... Ancak aşk arayışları boşunadır, sokakları dolduran insan kalabalıkları gibi olamaz, karşı komşunun kızıyla sinemaya gittikten sonra kendini yeniden sokaklara, meydanlara vurur, bir yalnız olarak dolaşır, dolaşır...

Anlatıcı çoğunlukla geçmişe, çocukluğa döner; nostaljik bir bakışla, çocukluğun, ilk gençliğin güzel günlerine özlemle bakar. Öykülerinde bir şekilde sözü çocukluğuna getirir. Bazen neden bile gerekmez: "Ne zaman vapurda giderken cam titreşimi duysam çocukluğun o uzak gününde bulurum kendimi." O pek çok olayı, çocuk gözünden anlatmayı tercih eder.

Oktay Akbal'ın metinlerinde yazar (anlatıcı), yansıttığı dünyada anlatımın içindedir. Pek çok öyküsünde yorumlar yapar, bir temanın peşinde onu açıklamaya çalışır. Öyküde vermek istediği duygu ve düşünceleri metnin içinde bir de kendisi yorumlar. Çıkarılması gereken dersi, öykünün yazılış gerekçesini öyküde açık açık ifade eder. Tümüyle bir doğrunun ispatı için öznel bakışlar, muhabbet eder gibi içtenlikli dertleşmeler... İşte tam burada öyküler deneme diline yaklaşır. Öyle ki deneme ve öykü birbirinin içine geçer.

Denemenin bilgi aktarma ve bir şeyi ispatlama gibi bir amacının olmaması, yazarın okurla sıcak bir ilişki kurup ona yüreğini açarak metni oluşturması, ama bunu yaparken de öykünün, şiirin imkânlarından yararlanması hiç kuşku yok ki onu öyküye yaklaştırmaktadır. Özellikle sanatkârane bir işçiliğin sergilendiği, usta deneme yazarlarının elinden çıkan metinlerin nasıl öyküye yaklaştığını biliyoruz. Birinci tekil şahıs anlatımın seçildiği öykülerde bu yakınlığı daha net bir şekilde görebiliyoruz. Ben anlatım öykülerinde yazar, kişisel gözlem ve tanıklığı aktarmanın yanında kimi yargılarını da metne katarsa bu metnin denemeye yaklaştığından söz edilebilir. Öykü ve denemenin birbirine çok yaklaştığı ve aralarına net bir çizgi koyamadığımız metinlere örnek olarak bir zamanların bazı gazete yazılarını gösterebiliriz. Peki bütün bu benzerliklere rağmen, birine öykü, diğerine deneme dememizi gerektiren farklılıklar neler olabilir?

Bilindiği gibi, denemedeki benin genellikle yazarın bizzat kendisi olması, anlatılanların reel dünyaya denk düşmesi, kurgusal yanlarının olmaması öykü ile deneme arasındaki temel farkı oluşturur. Yazar, denemede bir duyguyu, bir düşünceyi, "kendi kişisel düşüncelerinin" ispatı için gündeme getirir. Ama öyküde amaç, kişisel düşüncelerin ispatı değil, bir tanıklık, bir aracılıktır. Burada yazar müdahil değil, aktarıcıdır. Denemede anlatılanlar, hayattaki reel duruma denk düşer. Genellikle kurgusal yanları yoktur ve "açıklama" peşindedir. Öyküde ise reel dünyayla örtüşmek temel amaç değildir. Kurgusaldır ve gerçeği bire bir tanımlamaz. Böyle bir şey hedeflese bile, bu gizlenir ve gerçek soyutlanarak bir başka şeye dönüştürülür.

İşte Akbal'ın öykülerinin çoğunda denemenin özelliklerini bulmak olasıdır. Öncelikle anlatılanlar, hayattaki reel duruma denk düşer. Genellikle kurgusal yanları yoktur ve "açıklama" peşindedir. Bir duyguyu, bir düşünceyi, "kendi kişisel düşüncelerinin" ispatı için gündeme getirir. Yazar-anlatıcı ile Akbal arasında çoğunlukla bir örtüşmüşlük vardır. Bir söyleşisinde "Ben türlerin ayrımına inanmıyorum, öykü, roman, deneme, öykücük. Ne ad verirseniz verin. Elimde olsa 'yazılar' derdim hepsine." diyen Akbal'ın, tür farklılaşmasını önemsemediği görülür. Bu anlamda Akbal, yazınsal bir tür olarak öykünün en büyük handikapı olan "ara tür" algısını besleyen metinler de üretmiştir. (ÖYKÜMÜZÜN KIRK KAPISI, OKTAY AKBAL: KAYBEDİŞLER VE HATIRLAYIŞLAR, Hece Yayınları, s. 151)


Yayın Tarihi : 29.08.2015

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 3034