Necip Tosun ::: ORHAN KEMAL: SOKAĞA AÇILAN PENCERE YA DA KIRIK HAYATLAR / NECİP TOSUN         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 ORHAN KEMAL: SOKAĞA AÇILAN PENCERE YA DA KIRIK HAYATLAR / NECİP TOSUN


Otuz yıllık yazarlık hayatına on iki öykü kitabı, yirmi yedi roman yanında senaryolar ve oyunlar sığdıran Orhan Kemal (1914-1970), Türk edebiyatının en üretken yazarlarından biridir. Bu üretkenliği elbette biraz da seçimiyle ilgilidir. O yazdıklarıyla ev geçindiren gazeteci-yazar kuşağındandır. Orhan Kemal hayatı boyunca ekmek peşinde koşmuş, eserlerinde de bu çabadaki insanları anlatmıştır. Irgatları, memurları, işsizleri, hamalları, dilencileri öyküsüne taşımıştır. Orhan Kemal, edebiyattan/sanattan çoktan dışlanmış yoksul, kimsesiz insanları gündeme getirmiş, bu anlamda da Türk öykücülüğünün sokağa açılan penceresi olmuştur.

Orhan Kemal'de hayat ve sanat birbirinden ayrılmaz. O hep "hayat"ı sanata sokmaya çalışmıştır. Bu anlamda Türk öykücülüğüne kazandırdığı en somut katkı bu "hayat"lardır. Sonuna kadar hayata bağlı kalmış ve hep onu yansıtmıştır. Başarılı olduğu eserleri ise hayatın ve sanatın gerçeklerinin örtüştüğü yerler olmuştur. "Her hayat yazmaya değer mi ya da yazınca öykü olur mu?" sorusunu kendine hiç soramamıştır. Çünkü bu onun üzerinde durduğu bir şey değildir. O sadece yazmıştır. İşçilik, kâtiplik, ırgatlık yapan, bireysel yaşantısı hep ekmek kavgasıyla geçmiş olan Orhan Kemal için yazmak, eni konu bir "Ekmek Kapısı"dır: "İstanbul'a geleli aşağı yukarı on beş yıl oldu. Kalemimden başka geçim aracım yok. Bir süre hikâyeyle, röportajla ev geçindirdim, çoluk çocuk yetiştirdim. Bizim için bilmem diye bir şey yok. Kalemin ucu işlesin de ne iş olursa olsun. Eee, ekmek kavgası bu." Bu yüzden o, kelimenin tam anlamıyla bir "yazı işçisi"dir ve yazarlık mesleğinde tutunmak zorundadır. Aslında o da bu aceleciliğin farkındadır: "Elime şöyle biraz para geçse, kira tencere derdi olmasa, bir de çocuklar okuyup kendilerini kurtarsalar, ilk işim bütün yazdıklarımı yeniden yazmak olacak." Ama soğuk savaşın bu üretken yazarının dönüp arkaya bakmaya zamanı olmamıştır. Yazmış, yazmıştır.

İlk öyküsünden son öyküsüne kadar, neredeyse hep aynı yöntemi kullanmıştır. Öykülerinde gözlem ve tanıklıktan yola çıkan Orhan Kemal, gerçekçilik anlayışını benimsemiştir. Biçim, kurgu ve yenilik peşinde koşmamış, biçimden çok özü önemsemiştir. Döneminin sanatçı arkadaşlarının soyut, kapalı ve değişik biçimsel yönelimlerinin aksine, o hep bildiği "sadeliği" tercih etmiştir. Onun öyküleri için söylenebilecek en yerinde yaklaşım, "içtenlikli öyküler" olsa gerektir. Sonuna kadar yerli ve bu toprağın bir yazarı olarak, çok iyi tanıdığı insanları öyküsüne taşımış, özellikle konu çeşitliliği ve gözlem gücüyle Türk öykücülüğünde kalıcı bir imza olmayı başarmıştır.

Orhan Kemal öykülerinde, evlerine ekmek getirmek için çırpınan işsiz babaları, bir çay parasına, bir sigaraya muhtaç yoksulları, işsizlikten fahişeliğe sürüklenen küçük kızları, işsizlikten korktukları için fazla çalışmaya, az paraya ve sıhhatsiz yiyeceklere razı olan işçileri, ailenin yoksulluğu yüzünden ne okuyabilen ne de mutlu olabilen çocukları, bulundukları ekonomik ortamdan sıçrama yapıp artist olmak isteyen genç kızları, kader mahkûmu mahpusları, işsiz, güçsüz hayatta hiçbir tutamağı kalmamış delikanlıları, zenginleşmek için her yolu mübah gören üçkâğıtçıları, sömürücü patronları, işinden kovulan memurları, işçileri, yoksulluktan doktora gidemeyen hastaları kısaca hep yoksul, bir kenara itilmiş kimsesizleri yazmıştır.

O, tüm bu kişileri ve olayları anlatırken, insani davranışları belirleyen tek faktörün "ekonomi" olduğu düşüncesinden hareket eder. Kahramanlar sürekli ekmek peşinde koşarlar. Ekonomik güçsüzlükler, ailenin içine kadar yansır ve ilişkileri bozar. Ailenin yoksulluğu, çocuklarının da yoksulluğunu doğurur. İnsanlar geçinebilmek için çoluk çocuk çalışmak zorunda kalırlar. Bu yüzden de küçük yaşta okulu bırakıp bir işe girerler. Kadınlar kötü yola yine ekonomik zorluklar nedeniyle düşerler. Babaları meyhanelere sürükleyen, onlara yanlış yaptıran yine ekonomik nedenlerdir. Aile huzurunu, mutluluğunu bozan da aynı nedendir. Ailenin sosyal konumları, sokaktaki çocuklar arasındaki ikili ilişkileri bile belirler. Ekonomik zorluklar, kahramanları öylesine çaresiz bırakır ki hapishaneyi bile özlerler.

İnsanlar özünde iyidir ama toplumsal koşullar, yoksulluklar, ekonomik zorluklar onları yanlışa, kötüye sürükler. Bir konuşmasında şöyle der: "İnsanoğlu, doğal olarak fena değil, kötü değil. Onu, toplumun sosyal şartları kötü yapıyor. Hırsız yapıyor, katil yapıyor, eşkıya İskender yapıyor." Örneğin kadınlar, yoksulluk nedeniyle hayat kadını olurlar. Yoksa isteyerek yaptıkları bir şey değildir. Ekonomi, sadece gündelik hayatta değil, metafizik dünyada da belirleyicidir. İnsan yoksulken Allah'ı hatırlamaz ama işleri yoluna koyunca, zengin olunca, ekonomik durumu düzelince dindarlaşır. Onun kahramanları sürekli işsizlik korkusu yaşarlar. Pek çok öyküsünde işini kaybeden insanların acılı hâllerini ve onların ruh durumlarını anlatır. Bütün bunların nedeni "bozuk düzen"dir. Özellikle namusuyla çalışan ama yine de ekmek parası kazanamayan dürüst insanlarla, zengin, üçkâğıtçı, işbilir, çıkarcı insanları karşı karşıya getirip "bozuk düzen"i açık eder. Bu yoksul insanlar, ekonomik zorlukları yenmek için hep bir beklenti içindedirler. Ya piyango bileti çıkacak, ya artist olacaklar, ya da oğulları okuyup doktor olacak, böylece bulundukları sefaletten kurtulacaklardır. Bu yoksulluklarını yenecek bir bilinçten yoksundurlar. Çoğu bozuk düzenin farkında bile değildir. Doğru dürüst çalışanlar, dürüst insanlar bozuk düzen nedeniyle hep yoksul kalmaya mahkûmdurlar. İşbilir, üçkâğıtçı kişiler ise zengindir. Aslında bu genelleme, zaman zaman abartılı da olsa ülkemiz açısından yaşanan gerçeklerle örtüşür.

Orhan Kemal, sanıldığının aksine öykülerini tümüyle ideolojinin doğrularına teslim etmez. Bir bozukluğu, düzensizliği tespit etmekle birlikte öyküde insani olanı öne çıkarmaya çalışır. Ona göre sanatçı, sosyal endişelerini sanat yoluyla belirten insandır. "Ama eserin estetik, sanat değeri yoksa, toplumsal konudur diye değerlenmez. Eğer gerçekten sanat eseriyse, özü kadar biçiminin de estetiği göz önünde tutulmuş demektir. Yani öze en iyi, en uygun biçimi vermek sanatçının baş problemidir." Ama bazen de yaşadığı atmosfere uygun olarak angaje bir sanatçı görünümü sergiler. Bunlardan biri "Grev" öyküsüdür. Grev, tam anlamıyla politik bir öyküdür. İşçiler, çalışma saatlerini on iki saatten sekiz saate inmesi için işi bırakırlar. Ama bu grev olayına ne patron ne de devlet yetkilileri hazırdır. Tam bir şaşkınlık içinde bu hareketin yaygınlaşması hâlinde ülkeye neye mal olacağını tartışırlar. Bunun gibi ideolojik bakışın baskın çıktığı öyküleri olmakla birlikte, tümüyle slogancı bir anlayışı benimsemez. Ama Orhan Kemal elbette bir sınıf öykücüsüdür. Buna kuşku yoktur. Ne var ki onun bizi yakalayan yanı ideolojik anlamda haklılığı değil, öykülerde sürekli parıldayan insan sevgisidir.

Orhan Kemal öykülerini klasik diyebileceğimiz bir yöntemle yazar. Giriş, gelişme, sonuç disiplinine sonuna kadar sadıktır ve yalın, sarih bir anlatımı yeğler. Hiçbir yöntem arayışında değildir ve ilk öyküsünden son öyküsüne kadar aynı yöntemi kullanır. Modern öykünün gereklerinden olan sıkı örgü, dil arayışı onun öykülerinde yoktur. Betimlemelere yer vermez. Düz bir anlatımı vardır. Biçimden çok, öze önem verir. Bu yüzden de döneminin akımlarından uzak durmuştur. Öykülerini toplumcu gerçekçi bir çizgiye oturtan Orhan Kemal'de, şive, ağırlıklı bir yer tutar. Bazen öylesine ağdalı bir şive kullanır ki kimi kez konuşmalar/dil tümüyle bir bilmeceye dönüşür. Bu konudaki eleştirilere, "Şive öykünmesini yazarın kendisi yapmıyor, kişileri yapıyor..." diyerek yazarın duruma müdahele etmemesi gerektiği savunmasını yapar. Oysa okur metni anlamadıktan sonra, bu dil ne kadar gerçekçi olursa olsun metne bir şey katmaz. Ayrıca o konuşma, yazı katına yükselmiyorsa bir anlam ifade etmez. O konuşmaların bir disiplin içerisine girmesi şarttır. Orhan Kemal'in son öykülerinde şive tavrını biraz yumuşattığı gözlenir.

Öyküleri tümüyle diyaloglara dayanan Orhan Kemal, ağırlıklı olarak söyleşi tekniğini kullanır. Bunun da Orhan Kemal'deki gerçekçilik anlayışının bir uzantısı olduğu söylenebilir. Çünkü bu yöntemi çoğunlukla gözlemci, gerçekçi ya da izlenimci yazarlarda görürüz. Bilindiği gibi söyleşi-öykülerde ilk göze çarpan özellik, yazarın "edebiyat yapma" zorunda olmamasıdır. Sanatçının müdahalesi alt seviyededir. O, ya soruları sorar ya da konuşulanlara bir mikrofon uzatır. Bu tarz, kahramanı direkt-aracısız tanıtmanın bir yoludur. Samimi, süslemesiz bir yapıyı gerektirdiği için de inandırıcılığı yüksektir. Karakter sağlam çizilirse kalıcı ve etkili olur. Dil özellikle diyaloglarda gerçekçidir. Öyküdeki dil, edebî değil, konuşma dilidir. Şive konusu da burada gündeme gelir. Toplumsal yapıyı sorgulayan yazarlar, bu tarzla "mesaj"larını aracısız hem de tüm çıplaklığıyla okura aktarmış olurlar. Orhan Kemal'in öyküde kendine biçtiği en önemli rol, tanıklık ve aktarmadır. Söyleşi de böyle bir amaç için bütün imkânları bünyesinde taşır. Ona sadece seçme kalır. Hangi konuyu gündeme getirecek ve kimi seçecektir. Aradığı gerçeği nasıl olsa onlar söyleyecektir. Buradaki isabet, amacın tam olarak gerçekleşmesini de sağlayacaktır. Hiç kuşkusuz karşılıklı konuşmanın, yani söyleşinin öykü katına yükselmesi için, öykü formunun gereklerinin yerine getirilmesi, onun kurallarına uyulması gerekir. Bu yöntemle ilgili olarak, "kişilerimin psikolojik durumlarını ben değil, bizzat kendilerine yaptırıyorum. Bunun için de konuşmanın diyalektiğine başvuruyorum." diyen Orhan Kemal, diyalogla öykünün daha gerçekçi bir çizgiye oturduğunu düşünür.

Panait Istrati, Maksim Gorki, Dostoyevski, Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali onun etkilendiği yazarların başında gelir. Öyküye başladığı 1940-50'ler düşünüldüğünde (kısıtlı çeviri ortamı ve dil bilmeyen Orhan Kemal) bu etkilenim gayet doğaldır. Özellikle ilk öykülerde Maksim Gorki adı sık sık geçer. Öykü anlayışı neredeyse hiç sapmasız başladığı gibi devam etmiştir, diyebiliriz. Orhan Kemal'in sanat görüşlerini şekillendiren ve onu şiirden öyküye yönlendiren hapisane arkadaşı Nâzım Hikmet olmuştur. Kendisinin de ifade ettiği gibi siyasi bilinci de Nâzım Hikmet'in eseridir.

Onun öyküleriyle, aynı dünya görüşüne sahip olmaları açısından Sabahattin Ali öykücülüğü ve "küçük insan" yaklaşımları dolayısıyla da Sait Faik öykücülüğü arasında bir yakınlık/akrabalık kurmak mümkündür. Orhan Kemal ile Sabahattin Ali dünya görüşü yakınlığına karşın, ortaya koydukları ürünler açısından birbirinden oldukça uzaktırlar. Sabahattin Ali'nin öyküleri, (ele aldığı konunun sosyolojik, tarihsel, toplumsal arka planını iyi bildiği için) Orhan Kemal'in öykülerine göre daha farklıdır. Orhan Kemal'in öyküleri çıplak gerçekliğe sadıktır. Kuşkusuz bu fark, biçim, kurgu ve dil yetkinliği hesaba katıldığında daha da derinleşir.

Orhan Kemal'in öyküleri "küçük insan" yaklaşımı açısından Sait Faik'e yaklaşırsa da özde tümüyle ayrılırlar. Sait Faik de küçük insanın ekonomik zorluklarını anlatır ama hümanizme dayanan yaşama coşkusuyla bu olumsuzluğu olumlu bir atmosfere taşır. Orhan Kemal'de ise bu bir "bozuk düzen" teşhisi üzerine oturur. Sait Faik bozuk düzeni görmezden gelmez ama o daha çok insanı yaşatan dinamikleri öne çıkarmaya çalışır. Orhan Kemal problemin okurda devam etmesini ister. Bu yüzden Sait Faik bir gün Orhan Kemal'e "senin imajinasyonun yok, sen realistsin" der. Söylemek istediği tam da budur: "Sait'in hem kendini hem de sanatını severim. Büyük bir artistti. Bir gün Beyoğlu'nda Sait'le karşılaştım. Cebinde, onun meşhur sarı defteri vardı, onu çıkardı, salladı, aç gözünü, aç, roman yazıyorum, roman dedi. Ben imajinasyon yapıyorum, senin gibi realist değilim. Yüzüne baktım, baktım. Ay sen hâlâ orada mısın? dedim. Adam akıllı içerledi. Sen zaten konuşulacak adam değilsin, dedi."

Orhan Kemal, Türk öykücülüğündeki "gerçekçilik" akımın en önemli temsilcilerinden biridir. Gerçekçiliğin Tarihi'nde Boris Suçkov gerçekçiliği şöyle tanımlar: "Gerçekçiliğin özü toplumsal çözümlemeydi; toplum içinde insan yaşamının, toplumsal bağların, birey ve toplum arasındaki ilişkinin ve toplumun yapısının incelenmesi ve betimlenmesiydi." Suçkov'a göre, "gerçekçi yazar, bireysel olaylarla görüngelerin ardında yatan çeşitli toplumsal güçlerin hareket ve karşı hareketinin genel çizgisini ortaya koyar." Gerçekçilik akımının belli başlı özelliklerini, yaşanan olaylara, güncele, gündeme sıkı sıkıya bağlılık ve gözlemcilik, aktarmacılık olarak izah edebiliriz. Öyküler, çevremizde sürekli tanıklık ettiğimiz, gazetelerde okuduğumuz, televizyonda seyrettiğimiz yaşanmışlıklara yaslıdır. Anlatılanlar, okurun hep bildiği, gördüğü, tanıklık ettiği olaylar, durumlardır. Her zaman hayata değen bir yanları vardır. Ana temalar, toplumsal değişim, sınıfsal çatışmalar, yanlışlıklar, haksızlıklar, sömürü gibi gerek ideolojik gerekse yaşanan güncel gerçekliklerdir. Ülkede yaşanan tüm eksiklikler, yanlışlıklar bu tür öykülerde gündeme getirilir. Yazar "taraftır" ve öyküler bir doğrunun, bir görüşün okura iletilmesi fonksiyonunu üstlenir.

Orhan Kemal gerçekçilik akımının uygulayıcısı olarak öncelikle hayatı anlatır. "Gerçekçi bir yazar en iyi bildiği şeyleri yazmalıdır. İşçi ve köylüler çocukluğumdan beri içime yerleşmişler." diyen Kemal'in öyküleri, yaşanan âna, yaşanmışlıklara sıkı sıkıya bağlıdır. Hayatın herhangi bir ânında yakalanan bir kare ve o karenin ağır çekimde oynatılmasıyla ortaya çıkan olaylar, durumlar. Bir portre, bir çevre. Bir tramvayda aynen böyle oldu. Çocuk oltasını denize aynen böyle salladı ve bana bunları anlattı. Patron, işçi, işsizlik... Çevreye, o anki zihni birikimlere sıkı sıkıya bağlı bir gerçeklik. Orhan Kemal'in öykülerinde biçimin önemi azdır. Öykü anlatılan şeye, konuya odaklanmıştır. Gerçekçilik yaklaşımında eleştirilen tutum, fotoğrafik gerçeklik anlayışıdır. Bu yaklaşımda sadece bir tespitte bulunulur. Oysa bir sanatçının görevi sadece hayatı yansıtmak değil, onu çoğaltmak, üretmek olmalıdır. Tespitse kendi başına hiçbir şeydir. Yazar, o fotoğrafı öyle seçmeli ve sunmalıdır ki, biz o görüntünün arkasında görülmeyeni görebilmeli, okuyabilmeliyiz. Bu anlamda hayat/gerçeklik sanatın kendisi değil, ancak ve ancak malzemesidir. Yani öykü, yaşanan gerçekliği bir başka gerçeklikle aşma, anlam alanını genişletme, derinleştirme ve ebedileştirme girişimidir. Gündelik gerçeklerden kalıcı doğrular üretmektir.

Orhan Kemal, gerçekçiliği, içinde yaşadığı toplumun insanlarına ayna tutup onları yansıtmak olarak algılamaz. Kemal'e göre, bozuk düzenin her yönden çarpıtıp bir kenara attığı insanın özündeki insanlığı görmek gerekir: "Demek oluyor ki, insanlar aslında iyidirler. Onları bozan toplumun düzensizliği... Gerçekçi bir yazar da içinde yaşadığı toplumu yazarken bu gerçeği görmemezlikten gelmemelidir." Ona göre gerçekçi sanatçı, sadece olanı değil, "nasıl olmalı"nın da cevabını vermelidir: "Ben, hikâye, roman, tiyatro oyunlarımla bozuk düzenimizin nedenlerini insanımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da kalmayıp bu bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı elbirliğiyle göstermemiz gerekliliğini yanıtlarım; yanıtlamaya çalışırım."

Orhan Kemal'in 1960'larda, 70'lerde çok popüler olup 90'lardan sonra unutulmaya terk edilmesinin arkasında da işte bu seçimi (gerçekçilik) yatmaktadır. O gerçekçiliğin en gözde olduğu dönemlerde öyküler yazmış, çok okunmuş, takdir görmüştür. Ama gerçekçiliğin gözden düşüşüyle birlikte onun öyküleri de gözden düşmüştür. Çünkü artık onun gündeme getirdiği insanları savunan ideoloji güçsüzdür. Ne var ki lokantada iştahla yemek yiyen insanları izleyen yoksul çocuklar, evlerine ekmek getirmek için çırpınan işsiz babalar, işsizlikten hayat kadınlığına sürüklenen genç kızlar, çalışmak zorunda olduğu için okulu bırakmak zorunda olan çocuklar, bulundukları ekonomik ortamdan sıçrama yapıp artist olmak isteyen kızlar, zenginleşmek için her yolu mübah gören üçkâğıtçılar, sömürücü patronlar, çocuklarına ekmek alabilmek için bir başkasıyla yatmak zorunda kalan acılı anneler, işinden kovulan işçiler, yoksulluktan doktora gidemeyen hastalar olduğu sürece Orhan Kemal hep yaşayacaktır.

(Öykümüzün Kırk Kapısı, Necip Tosun, Dedalus Yayınları, 2. Baskı, s. 113)

Nurer Uğurlu, Orhan Kemal'in İkbal Kahvesi, Örgün Yayınevi, 2. Baskı 2002, s. 293.

Hikmet Altınkaynak, Orhan Kemal'in Hikâyeciliği, Adam Yayınları, 1. Basım 2000, s. 26.

Asım Bezirci, Orhan Kemal, Evrensel Basım Yayım, 1. Baskı 1994, s. 53.

Bezirci, A.g.e., s. 52.

Uğurlu, A.g.e., s. 379.

Boris Suçkov, Gerçekçiliğin Tarihi, Adam Yayınları, 1. Baskı 1982, s. 19.

Bezirci, A.g.e., s. 51.









Yayın Tarihi : 2.06.2020

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 1996