Necip Tosun ::: GENÇ ÖLMEK         
Necip Tosun
Öyküler 
 
 GENÇ ÖLMEK


Arkadaşlarla saatlerdir yağan yağmurdan korunmak için bir saçağın altına dizilmiş, sise batmış evlere, küçük gölcüklere, yağmurla birlikte dökülen ağaç yapraklarına bakarken, heyecanla, yeni izlediği filmi anlatsın diye Nihat'ın konuşmasını bekliyoruz. Çatılardaki antenler rüzgârda sallanıyor, buruşuk, sararmış yapraklar küflenmiş demir korkulukları aşıp balkonlara doluyor. Saçaklardan sızan damlalar saçlarımızı sırılsıklam etmiş, ayakkabılarımız su kaçırıyor ve hafiften titriyoruz. Nihat nihayet burnunun üstüne birikmiş yağmur damlalarını silip konuşmaya başlıyor. Yağmurdan balkonlara ağaç altlarına sığınmış serçeler, kargalar, güvercinler susuyor, hep birlikte ağzımız açık onu dinliyoruz. Kahramanımız, her taraftan yağmur gibi yağan okların arasından korkusuzca Bizans ordularına saldırıyor, o vakit ruhumuz göklere yükseliyor, kasaba küçülüyor, tüten sobalı evler, anlayışsız öğretmenler, baba baskısı, bizi bu kasabada boğan tüm şeyler bir anda cenk alanında görünmez oluyor. Artık yavaş yavaş Nihat'ın rüyalarına doğru yol alıyoruz. O ise bazen sesini yükseltiyor, bazen alçaltıyor, diyalogları aynen taklit ediyor bazen de kahkahalar atarak bizi filmin en derin köşesine oturtuyor. Sonra en heyecanlı yerinde susuyor, bize bakıp dikkatimizi ölçüyor. Göz göze geliyoruz. Teslimiyet içinde onu dinlediğimizden emin olunca hepimizi rahatlatacak finali açıklıyor.

Tam o anda dalga dalga büyüyen yağmur duruyor, ardından güneş doğuyor ve mahallenin ortasındaki çimenlerin üstünde bir gökkuşağı oluşuyor. Biz saçağın altından çıkıyor, gökkuşağına doğru koşuyoruz. Sarı, yeşil kırmızı renk renk dokunulamayan ışık çizgilerinin içinde dolaşıyoruz. Ama Nihat "gidiyoruz," diye sesleniyor, hep yapıldığı gibi kasabanın merkezine, ırmağa doğru yürümeye başlıyoruz. Filmlerde gördüğümüz çete usulüyle, dolmuş duraklarının yanından, akasyaların, çamların, söğütlerin altından geçiyor gara geliyoruz. Köşedeki gar kahvesinden yükselen Orhan Gencebay'ın "Bilemezsin ki.." şarkısı kasabanın bungun, nefes aldırmayan havasına karışıyor. Karşımızda upuzun demiryolu var. Nihat önde biz arkada demiryolundan geçip taş köprünün üstüne çıkıyoruz. Önümüzde fabrikaların arasına sıkışmış kasaba parlıyor. Bulutların arasından doğan güneş, yağmurla ıslanmış evlerin çatılarını, asfalt yolları ışıl ışıl yapıyor. Karabulutlar güneşin önünden yavaş yavaş akıyor. Kollarımızı parmaklıklara yaslayıp aşağıda yağmurla birlikte suyu iyice bulanıklaşmış Kızılırmak'ın uğultusunu dinlerken, yanımıza ürkek serçeler, güvercinler dizilmeye başlıyor. Nihat cebinden asker sigarasını çıkarıp yakıyor. Bize tutmuyor bile, ilk günahları hep o işler çünkü. Dumanını kasabaya doğru üfürürken "Siz asıl gelecek filme bakın..." diyor. Başımızı aynı anda ona doğru çeviriyoruz. Serçeler, güvercinler havalanıyor birden, ırmağın üstünde sağa sola uçuşuyor, kanat sesleri, çığlıklar bir bir ırmağın sularına düşüyor, bulanık suya karışıp kayboluyor. Sonra birden kasaba büsbütün sise batıyor, görüntü kayboluyor.

İnsanın yolu böyle olur olmaz yerde anılarla kesilmeye başlarsa geçmiş onu çağırıyor demektir. Çünkü eksik kalmış bir hikâye, bitmemiş bir serüven tamamlanmak, açık kalmış bir yara kapanmak ister. Bir süredir hep aynı fotoğrafa yakalanıyorum, ilk gençliğime ait bu kasaba fotoğraflarına... Aslında buna şaşmamak gerekir çünkü insan düşmeye başlayınca nedense hep çocukluk, ilk gençlik durağında durur. Çünkü her şey orada başlamış, her şey orada yarım bırakılmıştır. Oraya dönüldüğünde ise her şey bırakılan yerde duruyor gibidir. Anılar, acılar, yarım bırakılmışlar... Zaten bu yüzden oraya düşer insan. Orada açılmış yaraları kapatmak, sızıntılara gerekçe bulmak, hikâyesini tamamlamak ister. Kanayıp duran bölgelere yeniden bakmak ister. Ve görür ki aslında oradan hiçbir zaman ayrılmamıştır.

Şimdi burada, balkonda, uçsuz bucaksız boşluğa bakarken, sonsuz boşluk, yeşil, mavi, siyah renkten renge dönüşüyor, bir mavi baskın çıkıyor, bir siyah. Paramparça siyah dökülüyor sonsuz boşluğa, oraya bakıyorum, fotoğraflara. Boşlukta bir yerlere tutunmak isteyen fotoğraf sağa sola çarpa çarpa dibe doğru savruluyor, hayatın eksik karelerine... Biliyorum orada kapanmamış hikâyeler var, Nihat var, Ömer var, Âdem var, mahallemize yeni gelmiş kırmızı bisikletli kız Aynur var. Belleğimde pek çok görüntü, üst üste yığılmış onlarca anı var. Böyle en küçük bir boşluk anında geçmişe doğru yürüyor, izlere, kokulara dokunuyor, yaşadıklarımın izlerini sürüyorum.

Hayatım boyunca, doğup büyüdüğü yerleri övgüyle anlatan insanları hep hayranlıkla izledim. Oysa benim dönüp övgüyle anlatacağım bir çocukluk anım, özlediğim bir memleketim olmadı. Âdeta kaçarak uzaklaştığım kasabama aile ziyaretleri dışında dönüp bakmadım. Çünkü benim çocukluğum o kasabada Kızılırmak'ın bulanık sularında sürüklene sürüklene yok oldu. Bu yüzden çocukluğuma kıyan bu kasabayı hiç sevmedim. Çünkü her köşesinde bir yitiğim vardı, bir çıkışsızlığım, kanayan yaralarım.

Orada, hiç dokunmadan buruşurdu hayat, daha eve gelirken bir bir kapanırdı hayatın penceresi. Hep büyüklere göre çizilen bu dünyada nefes alamazdık. Gizli gizli okuduğumuz çizgi romanlarda, kaçamak gittiğimiz sinemalarda kendimize bir yol bulmaya çalışırdık. Karlı gecelerde, çıkışsız dünyama kederle bakıp yastığımı gözyaşlarımla ıslatırken hep buradan, bu kasabadan nasıl kurtulacağımı kurardım. Çocukluğuma ilişkin, hafızamda beliren tek mutlu anımın, karlı/buzlu bir kış günü evimizin önündeki daracık sokakta oluşan buzda kaymak olarak hatırlamak aslında nasıl bir kasabada yaşadığımı tek başına izah ediyor.

Buradan kaybolmuş çocukluğuma, açık kalmış yaralara bakarken kasabadan geriye hikâyesi kalmış tek kişinin Nihat olduğunu görüyorum. Çünkü Nihat bizim gibi kasabaya teslim olmamış, hep onun dışında, üstünde, bir kartal gibi süzülüp oradan bakmıştı kasabaya. Her şeyi istediği, dilediği gibi kurgulamıştı. Benim gözümde kasabaya başkaldıran tek kişiydi. Kasabanın birbirinin aynısı, tek tip insanları arasında, her şeyi tozu dumana katıp, bazen bulutlarda, bazen tozlu sokaklarda yol alan, sağa sola çarpa çarpa ilerleyen, üstü başı çamurlu, yüzü yaralı bir kahramandı bizim için. Kasabanın karanlığında yol alırken, hayatı kararlı adımlarla yürüyen insanların aksine, duygularının, arzularının peşinde, her olayın, her durumun içine âdeta düşerdi. Koyduğun bir yerde hiçbir zaman bıraktığın gibi bulamayacağın, sağa sola akabilecek şekilsiz bir duruşa sahipti. Nihat en yakın arkadaşımdı, neredeyse içtiğimiz su ayrı gitmezdi. Köyden gelmişler, hemen evimizin yanında bir gecekondu kondurmuşlardı. Ailesi yazları yine köye gidiyor, çiftçilik yapıyor, kışları mahallemize geliyordu. Nihat'la anlaşamadığımız hiçbir konu yoktu. Zagor'u bile birlikte seviyorduk, sinemalara birlikte dadanmıştık. Gizli gizli Kızılırmak'a yüzmeye birlikte kaçıyorduk. Ama nasılsa hep benden bir adım öndeydi. Tüm arkadaşlar cesurluğuna, yeteneklerine, gözü karalığına imrenir ama birbirimize itiraf etmesek de onun liderliğini itirazsız kabullenirdik. Bu yüzden onu hep kıskandım. Çünkü her şeyde benden önde gitti. Sanki acelesi vardı Nihat'ın, korkusuzdu, hesapsızdı.

İlk kez ırmağa gittiğimizde hiç yüzme bilmediği hâlde, coşkunca, pırıl pırıl akan ırmağın akışına dayanamayıp cesurca atlamasını bildi. Etraftakiler güçlükle kurtardılar onu. Ama yılmadı, korkmadı, su yuta yuta, boğula boğula, âdeta suyla kavga ederek hepimizden önce öğrendi yüzmeyi. O coşkun suya sözünü geçirmesini bildi, ırmak kabullendi onu. Paramız olmadığında biz sinemanın etrafında dolaşırken, o bir yolunu bulup, sinemaya biletsiz girdi ve çıkışta bekleyen bizlere eve kadar filmi anlattı. Evimizin kömürlüğünü sinema yapıp, mahalle çocuklarından para toplamak onun fikriydi. Sinemaların çöplüğünden, kafaya aldığı makinistlerden yanmış, kopmuş filmler toplayıp uç uca ekleyerek ışıkla, aynayla ilk film gösterisini o yaptı. Bana filmi ışığa tutup, insanın neler düşleyebileceğini o öğretti. Ama hiçbir zaman onun, o film parçasına baktığında gördüklerini ben göremedim. O hep daha fazlasını görüyordu, daha fazlasını.

Bir gün beni kömürlüklerine davet etti. Kimseye söylemeyecek, belli bir saatte oraya gelecektim. Büyük bir merakla oraya gittim. Kömürlüğe girdiğimde donup kalmıştım. Nihat, üzerinde pırıl pırıl bir Zagor elbisesi beni bekliyordu. Elinde de Zagor'un baltası bütün ciddiyetiyle bana bakıyordu. Omuzlarından dökülen püskülleri, göğsündeki ters kartalıyla tam bir Zagor olmuştu. Ağzım açık seyretmiştim. Sanki karşımda Nihat değil, Zagor'un kendisi vardı. "Yaklaşma" demişti, "büyüsü bozulur." Oysa ben dokunmak istemiştim. Günlerce rüyalarıma girmişti bu görüntü. O günden sonra bu olayı hiç konuşmadı. Kimseye anlatmamam için de sıkı sıkı tembihledi. Peki ama bütün saatleri benim yanımda geçen arkadaşım bunu ne zaman ve nasıl yapmıştı? Bunu hiçbir zaman anlatmadı. Çünkü o olayı sadece benim bilmemi istiyor, aramızdaki farkın altını çiziyordu. Sadece yaptığı işlere beni tanıklık ettirerek kendine bakıyordu.

Belki de beni bu yüzden, sürekli aramızdaki mesafeyi gösterdiğim için severdi. Benim ağırlığım, yavaşlığım onun kendisine âşık olmasını sağlardı. Çünkü her şeyde benden öndeydi. Ben dinlemeyi ve izlemeyi, o ise yapmayı ve anlatmayı severdi. Anlatmak evet, onun en büyük özelliğiydi. Çizgi romanları, filmleri doyumsuz bir üslupla anlatıyordu. Öyle ki sinemada film seyretmekten, bir çizgi romanı okumaktan çok, ondan dinlemeyi severdik. Nihat bir filmi anlatacağı zaman etrafını sarardık. Öylesine güzel anlatırdı ki, o filmi sonradan seyretsek de o tadı alamazdık. Nihat sanki ona bir başka tat katardı. Filmde olmayan şeyleri de eklerdi anlatımına, filmi âdeta yeniden yazar, eksik yerlerini tamamlardı. Behçet Nacar, Karaoğlan, Malkoçoğlu, Tarkan anlatılarına başlayınca soluğumuz kesilir, dile getirdiği her sözcük büyülü bir fotoğrafa dönüşür, sözcükler âdeta bir resim olarak zihnimizde canlanmaya başlar, onun hayallerine doğru yol alırdık. Okul çıkışı mahallede toplanır Nihat'ı beklerdik. Çoğunlukla hep birlikte gara iner, demiryolunda yürür, sonra taş köprünün üstüne çıkar Nihat'ın sözlerinde yiter giderdik.

Onu kıskanmamak elde değildi. Çünkü hepimizin sevgilisi Aynur da onu sevmişti. İşçi mahallesine gelen mühendisin kızı Aynur'a hepimiz âşıktık. Çünkü Aynur bizim gibi konuşmuyordu, etekleri ve bisikleti vardı. Okul dönüşünde hemen sokağa fırlar Aynur'un çıkmasını beklerdik. Bakkala çıksın, bisiklet sürsün, kasabaya insin. Ancak onu sadece seyrederdik. Kırmızı bisikletiyle mahallemizin tozlu yollarında giderken izlediğimiz filmlerden düşmüş bir kız olduğuna inanır, yanına yaklaşmaya cesaret bile edemezdik. Meğerse gerçek başkaymış. Nihat'la Aynur'u Kız Meslek Lisesinin karşısındaki pastanede görmüşler. Tabii hiç şaşırmadık. Ama Nihat, Aynur'dan hiç bahsetmezdi. Biz de yanında konuşmaya çekinirdik.

Lise birde, okullar tatil olduğunda, Nihat bir süre sokağa çıkmadı. Onu görmek için evlerinin önünde dolaşıyorduk ama Nihat yoktu. Sonradan babasının onu cezalandırdığını duyduk. Meğerse Nihat'ın sekiz zayıfı varmış. Çünkü okula gitmez, sinemaya gidermiş. Yeniden sokağa çıktığında artık karşımızda fazlasıyla büyümüş biri vardı. O gün "burası beni sıkıyor," dedi, "okulu bırakacağım, İstanbul'a gideceğim, artist olacağım." Benim, onun bunu yapacağından en ufak bir kuşkum yoktu. Ama yine de engellemeye çalıştım; nerede kalacaktı, parasız pulsuz bu iş olmazdı. Güldü, "çok kolay" dedi. Gerçekten de öyle yaptı. Okulu bırakıp İstanbul'a kaçtı. Bir ay sonra anlatacağı pek çok hikâyeyle geri döndü. Babasının çok dövdüğünü herkes biliyordu ama o hiç gündeme getirmedi. Hiçbir zaman pişmanlığını belli etmedi, yazıklanmadı. Bol bol İstanbul anısı anlattı, yine o doyumsuz tadıyla. Tanıştığı artistleri, film çekimlerini filan. Sadece "yine gideceğim," dedi. Bense ticaret lisesini okuyordum, bankada daktilograf olacaktım.

Babası onun okumayacağına iyice ikna olduktan sonra, belki kendine gelir, düzelir diye askere gönderdi, askerden dönünce de hemen evlendirdi. Ailesi bütün bunlardan sonra onun düzelmesini, durulmasını bekliyordu. Üstelik bir lokantaya da garson olarak girmişti. Sonunda benim de lise bitmiş, üniversite için Ankara'ya gelmiştim. Memlekete döndüğümde, yine ara ara görüşüyorduk. Evliliği ona hiç yakıştırmasam da ben de artık durulacağını bekliyordum. Artık burnu sürtülmüş, eşitlenmiştik. Oysa hiç de öyle olmadı. Benimle öyle konuşuyordu ki, sanki lokantada garson değil, lokantanın sahibiydi. Yine üst bir dille beni eziyordu. Ağzım açık onu dinliyordum. Bir akşam, "patronu öldüreceğim," dedi.

Üniversite nedir diye sormuyordu, benim hayatımı merak bile etmiyordu. Bir gazino açmaktan, buralarda büyük işler yapacağından söz ediyordu. Bir süre sonra ben Nihat'tan iyice kopmuş okulu bitirmeye çalışıyordum. Bazen anneme soruyordum, "ne yapıyor" diye. Annem onun adını ağzıma almama hem bozuluyor hem de korkuyordu. "Boşver onu," diyordu, "yolu yol değil." Üçüncü sınıf bir gazinoda fedailiğe başladığını duydum. Eski çalıştığı lokantayı onun yaktığı söylentisi kasabaya yayılsa da kanıt bulunamadı. Lokanta kapanmıştı.

Sonra aşk girmiş araya, kız kaçırmış. Uzun süre haber alınamadı. Bir süre sonra, "yakalanmış" dedi annem. Onun içeride olmasını bir türlü hayal edemiyordum. Zagor nasılsa bir yolunu bulurdu. Kaç kez o içerideyken ziyaret etmek geldi içimden. Ama onu karşımda ezik, yenik görmek istemiyordum. Ama eminim yine bunu hissettirmez, sanki ben içerideymişim de o dışarıdaymış gibi bir ortam yaratır, havasını atardı. Ve 'kaçacağım,' derdi, işbirlikçi gardiyanlardan söz ederdi. Ama yapamadım, gidemedim hapishaneye. Hiç unutmuyorum, öldüğünü duyduğumda elimdeki çay bardağını nereye koyacağımı şaşırmıştım. Kömürlükte ışıl ışıl ışıldayan Zagor elbiseli Nihat gelip karşıma oturmuştu. Demek kartal yere çakılmıştı. Kaçırdığı kızın kardeşleri tarafından tutulan kiralık katillerce içeride şişlenerek öldürülmüştü. İçimde bir şeylerin çizildiğini hissettim. Anılarım kum saatinde dökülmeye başladı. Ne çok birikmişti bende. Annemse hiç şaşırmamış gibiydi; "Namus işine karışanı burada yaşatmazlar oğul," demişti. Gözlerim yaşarmış, rüyalarımın söndüğünü hissetmiştim. Çünkü çocukluğumuzun rüyalarını temsil eden bir kahraman, kayalara çarpıp paramparça olmuştu. Biz kıyıda olup bitenleri seyrederken o kendi macerasını yaşamıştı. Nihat insanları bunaltan, yok eden kasabanın kalbine bir kartal gibi saplanmıştı.

Nihat'ı hep kıskandım. Irmağa atlarken, İstanbul'a kaçarken, Aynur'u severken, rüyalarını anlatırken hep kıskandım. Zagor elbiseli hâlini, sinemaya kaçak girişini, her şeyini. O hayatında her şeyi kısaltmıştı. Yirmi yaşına geldiğinde hayatında yaşayabilecek hiçbir şeyi kalmamıştı. Hayat tespihini hızlı çekmiş, erkenden bitirmişti. Çünkü onun bizim gibi upuzun vakti yoktu. Acelesi vardı, çünkü rüyalarının peşindeydi. Hiçbir zaman oynamadığı o filmlerden fırlamış, kendi hayatını oynuyordu. Filmi uzatamazdı. Eğer acelesi olmasaydı, hayatı herkes gibi zamana yaysaydı, şimdi bir kahvede okey oynuyor olacaktı. Ama o vakit de bu adam Nihat olmayacaktı. Hayır, Nihat genç ölmeye yazgılıydı. Çünkü genç ölmek seçilmiş bir kaderdi. Nihat da önce zaman kavramını altüst etmiş, her şeyi kısaltmış, hız, tutkusu olmuştu. Öksüz doğmuş, kasaba onu avutamamıştı. Hızla kaderine, genç ölmeye koşmuştu.

Nihat, ipini kendi kesmiş göklerde süzülen bir uçurtmaydı, nereye düşeceği belli değildi. Biz temkinliler ise onun gökyüzünde süzülüşünü izliyorduk. Kaçınılmaz bir yalnızlık ve yenilgi etrafında dönerken bile bunu hiç kabullenmedi, yere çakılırken mahzun olmadı. Çünkü derin sularda boğulmak istiyordu. O bizim gibi ışıklı vitrinler önünde ilk kez televizyonu görünce ağlamadı, koşup gözlerini yağmura tuttu. Hiç kimsenin önünde düğmesini iliklemedi. Hayatta hiçbir şeyi yoktu ve bu yüzden de hiç yitirme korkusu yaşamadı. Kendi ışığını kısarak karanlık içinde sessizce yok olmayı değil, ışığı sonuna kadar açarak ışıklar içinde yanarak ölmeyi seçti. Zorla içeri atıldığı kafesinde kendini kafes demirlerine çarpa çarpa yok etti. Evet, genç ölmeliydi, böyle genç ölmeliydi Nihat.

Kasabanın duvarlarına çarpa çarpa bir yol, bir çıkış arayan Nihat'a bakarken kasabaya teslim olmayacağım diyen gözlerindeki kini hepimiz görürdük. Oysa bir gün tek başına hep gittiğimiz köprüye gelse, tıpkı bizim gibi bir başına doya doya ağlasa, kini geçecekti ama o yapmamış, biriktirmiş, biriktirmişti. Sanki kini biriksin, artsın diye, dayak yemiş yüzünü, morarmış gözlerini de alıp sokağa çıkıyor, yaralarını gizleme gereği bile duymadan, sise batmış, renksiz, boyaları dökülmüş, duvarları delik deşik olmuş evlere bakıyor, kasabanın saldırılarına aldırmıyor, korkmuyor, hayatın ta içine girmek, onunla göz göze gelmek, gördüğü rüyaların içinde olmak, oradaki yerini almak istiyordu. Bu yüzden bize de dinlemek kalıyordu.

Nihat, derin yalnızlığını ve ezilmişliğini, kendine zulmeden çalkantılı hayatıyla örtmeye, gizlemeye çalışmadı, uçurumlarda gezindi, cam kırıklarının üstünde acı çekerek ama bağırmadan ilerlediğini hepimize gösterdi. Kendisine acımadı, çünkü gerçekleri reddediyordu. Bu yüzden bize hiçbir zaman gerçekleri anlatmadı, tümüyle rüyalarını anlattı, hayal ettiklerini aktardı. Yaşadıklarını hikâye etmedi, âdeta yaşayacaklarını anlattı. Bunları anlatma, aktarma ihtiyacı hissetti. Çünkü huzursuzdu, ancak anlatarak var olabiliyordu. Çizgi romanlarda, filmlerde yaşıyordu, kasabayı böyle aşacağını biliyordu. Uçsuz bucaksız bir düş içinde anlattığı hikâyenin kahramanı olmaya soyundu, hikâyesiyle yaşamını yaklaştırmaya, örtüştürmeye çalıştı. Çünkü o gerçek bir hikâye anlatıcısıydı ve olağanüstü şeyler yapma ve anlatmaya yazgılıydı. Hayatın bir macera kitabı gibi düzenlenmesi gerektiğini sanıyordu. Rüyasını anlattı ama kendi hikâyesini anlatamadı. Onu sadece yaşadı.

Bu yüzden buradan baktığımda aslında onun en çok hikâye anlatışını kıskanmışım. O hikâyeyi anlatmaz, yaşardı. Sanki anlatıcı değil dinleyiciydi, iyi bir şey dinlemek için anlatıyordu. Onun her şeyi bize değil, aslında kendisine anlattığına en ufak bir kuşkum yok. Çünkü o anlatarak var olabiliyor, kendisini yeniden kuruyor, biçimliyordu. O anlatmaya başlayınca âdeta aramızdan ayrılır, yarattığı dünyasına çekilir, oradan seslenmeye başlar, orada gördüklerini, rüyalarının diliyle aktarmaya başlar, bir süre sonra bizi de o dünyasının bir yerine yerleştirmeyi başarır, biz de Nihat'la beraber aynı rüyanın içinde renk renk arabalar, kahramanlar, aşklar ve hiç görmediğimiz engin denizlerde mucizeler yumağına sarınır hiç uyanmak istemezdik. Oraya kasabanın gölgesi, kokan köprü altları, çamurlu yolları, sise batmış mahalleleri giremezdi. Çünkü Nihat kasabanın en üstünde, masmavi gökyüzünde boşlukta süzülür, oradan gördüklerini bize aktarırdı.

Örneğin bu hikâyeyi Nihat olsaydı eminim böyle anlatmazdı. O gözlerini kısarak uzaklara bakar, coşkulu, gür sesiyle hapishane bölümüne, lokantanın yanışına, öldürülüşüne pek çok olay, macera katardı. "Lokanta olayı öyle değil arkadaşlar" derdi, "o lokantayı ben yaktım." "Şişlenmedim" derdi mesela, "hemşerim sen ne diyorsun, ben kendim intihar ettim." Bu yüzden kendi hikâyesini keşke ondan dinleyebilseydik. Tam da mahallenin girişinde, yağmur yağan bir sonbahar günü, bir saçak altına sığınmış tüm arkadaşlar olarak, çamurlu yollara, sise batmış evlere bakarken, o elleri cebinde, kasabadan intikamımızı alırcasına o gür sesiyle kendi hikâyesini baştan sona anlatabilseydi. Ama dünyanın düzeni böyle kurulmuş, hikâyeyi yaşayan başka, anlatan başka. Bu yüzden burada her şey eksik, her şey yarım. Çünkü biz hiçbir zaman onun gördüklerini göremedik. Biz hayatı uzaktan seyrederken Nihat en ucuna kadar gitti. Oysa en ucuna varmadan hayat gözükmüyor. Ama yine de zamanın enkazından çıkıp işte hikâyesini bir şekilde anlattırıyor Nihat. Hem de yıllardır karşısında tek cümle edememiş birine. Nihat olsaydı eminim çok gülerdi.

Hece Öykü, Sayı 55, Şubat 2013


Yayın Tarihi : 1.02.2013

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 2786