Necip Tosun ::: VEDA ŞARKISI / NECİP TOSUN         
Necip Tosun
Öyküler 
 
 VEDA ŞARKISI / NECİP TOSUN


Hadi uyan.

Bak açılış jeneriği akıyor.

Film başlıyor.

Kâbuslarla dolu bir geceden kurtardığın bir saatlik uykudan sonra ölü müyüm sağ mıyım sorusunun cevabını ararken dışarıdan araba kornaları, köprüden geçen trenin sesi ve akan bir hayatın coşkusu hastane odanıza düşüyor. Sen varlık yokluk kavgası içindeyken hayatın hiçbir şey olmamış gibi bu kadar tekdüze bir şekilde akması, hatta giderek alaycı bir vurdumduymazlığa bürünmesi seni bir kez daha üzüyor. Ama artık biliyorsun, dışarıda cıvıl cıvıl akan hayata, renk renk ışıkların, yağmurların, coşkulu dostlukların dünyasına ait değilsin. Yeni bir dünyaya girdin. Artık ötekisin, başka bir ülkenin vatandaşısın. İçe doğru kapanan, küçülen, arafta bir dünyanın yatağa mahkûm vatandaşı.

Yatağında, bu sessizlikte gözlerin tavana dikili günlerce durabilirsin. Sessizlik alışık olduğun bir şey. Bu sessizlik, mecburi yalnızlık ikinci doğan. Ama bu nefessizlik katlanılır gibi değil. Kapalı yerde duramayan, şehrin boğucu, kalabalık havasında bunalan, kendini dağlara, bozkıra, bahçelere atan sen, şimdi kutu gibi odada, ilaç kokuları arasında kımıltısız yatağa mahkûmsun. Boğulmayın, nefessiz kalmayın diye kablolarla tüplerden nefes veriyorlar. Ama bilmiyorlardı ki tüm tüpleri boşaltsalar nefes darlığın geçmeyecek. O hava o nefes değil çünkü. Demek şimdi acıların, ağrıların rengi nefessiz kalmakmış.

Bunu kaydedin.

Hastalığını öğrendiğinde, filmin içinde olduğunu anlamıştın. Önce senaryodan bir parça olarak görmek istedin, kondurmadın kendine çünkü hep kameranın vizörünün arkasından bakmıştın dünyaya. Senaryolara daldın, yarım işlere, telefonlara daldın. Duyduğun o sözcüğü buralara gömmek, görünmez kılmak, yok etmek istedin. Ta ki bedensel acılar kendini iyice hissettirene kadar. Sonra hastane süreci... Her tahlil her araştırma 'acılarınız sürekli artacak' demeye dönüşmüştü. Doktorların, hemşirelerin bakışları, hayatınız boyunca gördüğünüz takdir eden, hayran olan tanıdık bakışlar değildi. Acıyan, kaçamak, merhamet taşıyan bakışlardı. Ateşler, tansiyonlar ölçülüyor, serum yenileniyor sonra bitmez tükenmez geceye bırakıp gidiyorlardı sizi.

Gece boyunca boşluğa, perdenin arkasındaki karanlığa, uzak, çok uzaklara bakmıştınız. Şimdi odanızın penceresi açılmış. Ama ne tek bir ağaç ne zikzaklı yollar ne de dağlar gözüküyor. Sadece karşı apartmanın çimento renkli tozlu duvarına açılıyor pencere. Şöyle demiştin: "Pencereleri şuraya koyacağım. Sabah uyandığında dağları karşında göreceksin. Ve karşındaki dağlar kalbini neşeyle dolduracak." Gerçekten de eğer karşıdaki dağları, masmavi gökyüzünü, cıvıl cıvıl öten kuşları göstermeyecekse pencereyi niye oraya koyarlar, insan bakarak odanın içinden çıkamayacaksa bir pencere ne işe yarar? Bu yüzden şehrin evlerinin pencerelerinin açılması ya da kapanması arasında fark yok. Şimdi o apartman duvarına yalnız bir ağaç çizmeli, etrafında uçuşan güvercinler, rüzgârda sallanan sarı sarı buğdaylar... Hayat ritmin buydu: Bakmak, görmek ve yansıtmak. Ama artık gözün de bir işe yaramıyor. Çünkü sadece elinde karşı apartmanın duvarına bakan bir pencere, serum torbaları, yatak, küçücük bir oda dışında görülecek bir şey yok. İşte yeniden hayal gücü... Bir şey daha öğreniyorsun: "Hayal gücü gözden de üstün."

Bunu da kaydet.

Hayallerimiz olmasa insanı böylesine boğan hayattan nasıl kurtarabiliriz kendimizi, nasıl nefes alabiliriz? İşte zihin işliyor, hayaller işliyor, tüm pencereler açılıyor: Rüzgârdan titreyen altın renkli mısırların görüntüsü, mevsimlerin eşsiz değişimi, yağmura yakalanmış bir çınar ve şarkı söyleyen serçeler... Bir filme adım attığını biliyorsun... Zihin durdurulamıyor, hiçbir dış etkenden etkilenmiyor, yatışmıyor, coşuyor. Bir kuş gibi oradan oraya uçuyor, gürül gürül akan bir nehrin kenarına konuyor, bir cama başını dayamış dalgın ihtiyarın omzuna. Zihin beden acısını dinlemiyor.

Bekliyorsun, biraz kaygıyla ama hep umutla, özlemle bekliyorsun. Acılar dinecek diye bekliyorsun, hastalık geçecek diye. Bu makineye bağlı hayattan kurtulurum diye. Doya, doya istediğim kadar uyuyabilirim diye. Teslim olmak istemiyorsun. Ama bedenin ve duyguların birbirinden uzaklaşıyor. En kötüsü bu, insanın içi başka yere dışı başka yere akınca geldiği yer acı verici. İnsan ancak bilinç elden çıkınca içine teslim oluyor. Dışarısı, kendisine çizilen çerçeve anlamını yitiriyor. Artık arkasına nasıl bir gölgenin düştüğüne bakmıyor, içinin uğultusunun peşinde hiç geçmişi olmamış gibi bizzat kendi olmaya doğru yürüyor, yürüyor. Sanki geçmişte kalmış bir hayatı, yitiği almak için geriye doğru, kendini bulmaya doğru giden bir yolcu gibi hafızanda dolaşıyorsun. Hayat, insanın gözünde sararmış bir fotoğrafa dönüşmeden umudunu kesmiyor ondan. Ancak o fotoğrafla teslim oluyor ve ancak o zaman savruluşunu izliyor uçan rüzgârda. Kendinin ve hayatın çok uzağında, uzun bir yorgunluktan çıkmış gibi etrafa bakıyor. Ürkek ve mahcup. Hiçbir şey söylemiyor. Şimdi bu hastane fotoğrafı seni teslim alıyor. Onun içinde uzun bir yolculuktasın.

Hayattaki her şeye filme nasıl alırım diye bakmıştın. Bir kameranın vizöründen. Zihninizin kamerası vardı, gözünüzün kamerası, duygularınızın kamerası. Hayata hep buradan bakıyor, her şeyi çerçeveleyip kaydediyordun. Zihin burada da, yatağa mahkûm kıpırtısız yatarken de işliyor, durmuyor. Sabaha kadar yatakta ateşler içinde yanarken seni serinletecek bir kapı sesi bekledin. Sabaha kadar koridordaki ayak sesleri kesilmedi. Tak, tak... Biri kapını açacak diye bekledin. Hep bekledin. Gelmedi. İşte bu bekleyiş filme alınabilir diye düşünüyorsun. Sadece ayak seslerinden oluşan bir sahne. Ateşler içinde nefes almaya çalışan bir hasta ve bitmeyen gece. Gece en gerçekçi rolünü oynuyor, kararıyor, kararıyor, ruhunun üstünü örtüyor, nefessiz kalıncaya kadar sıkıyor, sıkıyor. Minimalist epik demişlerdi, saflık ve tevazuyla hakikati işaret etmek... Filmin tüm hikâyesini her şeyin durduğu, görüntünün sabitlendiği bir sessizlik ânında verirdin. İşte gece hayatının o sessizlik ânı. Ayak sesleriyle bütün bir hayatı ifade edebileceğini düşünüyorsun.

Bunu da kaydet.

Hayatı sadece bakarak, kaydederek algıladın. Ağaca, dağlara, insanlara bakarak dünyalar kurdun. Fikirlerin, düşüncelerin değil, görüntülerin peşinden koştun, iyi yakalanır, iyi yansıtılırsa o görüntülerde fikrin de mesajın da var olduğuna inandın. Filmle hayatın şiirsel derinliğini yakalamanın mümkün olduğunu gösterdin. Tüm hayatını ona adadın. Her şey bu salonda olup bitiyordu. Sinema hayattan bile gerçekti. Karanlık olmadan ışığın bir anlamı yoktu, karanlık salondan sadece hayatının aktığı ışıkları görüyordun, ışıklar sözcüklere, görüntülere, hayata dönüşüyor; bir aşk, acı, sevinç olarak perdeye yansıyordu.

Hayatı hep buraya aktardın, karanlıklar arasından küçük ışık parıltıları hâlinde... Her şey akıyordu, yapayalnız karanlıklar içinde olup bitenleri seyrettin... Bir masal dinler gibi, her şey bir başkasının başından geçiyor gibi... Sisli, bulanık, karanlık, tüm hayatları berraklaştırmaya, görüntüler, sesler, anılar içinde her şeyi daha aydınlık göstermeye çalıştın. İnsanın kendini dışarıdan, uzaklaşıp bakarak görmesini istedin. Çünkü hayatın içinde hayat gözükmüyordu. O ancak dışarıdan, yanından uzaklaşılarak görülebilirdi. Gözler önce karanlığa alışamıyor, sadece pır pır eden ışıklara bakabiliyor, biraz sonra karanlık onun gerçek dünyası oluyordu. Kimse kimseyi göremediği, sadece aynı yere ve yöne bakmak zorunda olduğu için dikkat dağılmıyordu.

Çektiğiniz bütün filmler kendi içinize bakmak içindi. Sanki hayatta her şeyi bir sinema perdesinde izlediniz, salonda ışıklar söndü, sesler kesildi ve selüloz şeritleri canlandı, siz oradan hayatınızı izlediniz. İnsanın, hayatının seyircisi olması tuhaf belki ama hiç içinde olmadın, hep kendini de bir başkası olarak gördün. Hayat ve sinemayı birbirinden hiç ayıramadın. Hangisinin içindeydin hep karıştırdın. Hayat, uzun bir gecede kendi filmini seyretmek gibiydi. İnsanın alınyazısını sonradan bir hayat olarak izlemesi, tüm yaşadıklarının bir bir çözülerek kendini inşa edişi gibi. Aslında akıp giden görüntüler sadece hatırlatıyor, atladığın, unuttuğun ânları yeniden yaşatıyordu. Her şey daha dün gibi... Anlatılan her hikâyeye gelip sokuluyor, kendine bir yer buluyorsun.

Sırtüstü uzanmış, elinde sadece zihin ve göz kalınca sinemanın önemini daha çok anladın. Şimdi bütün filmleri zihninde izliyorsun. Hayal gücün çalışıyor ve onunla çekiyorsun tüm filmleri. Yönetmeni de izleyicisi de sensin. Hep söylediğin gibi insan en çok yalnız olunca kendisi. Yalnızsın ama üzülme. Ne demiştin: "Ama elbette ki yalnız bir ağaç, birkaç tane ağaçtan daha ağaçtır." İnsan çaresiz kalınca, karanlıklar yoğunlaşınca en küçük ışık zerreciği bile göz alıcı bir parlaklığa dönüşüyor, çıkış yolu, tüm ferah kapıları açılıyor. Karanlık olmadan ışığın bir anlamı yok. Tüm filmlerin hayallerindi. Hayallerin de boşluktan, karanlıktan beslendiğini biliyorsunuz. Şimdi bu boşluk ve karanlıkta yeniden kameran çalışıyor.

Adının seslenildiğini duyduğunda yeni bir tahlil mi var endişesiyle saçlarından tırnaklarına kadar ürperiyorsun. Oysa bu ses uyuyup uyumadığını kontrol etmek için. İşte dostların geldi. Ama kalkıp hoş geldin diyemeyeceksin onlara. Ellerini sıkamayacaksın. Sadece başını eğip siyah gözlüklerin arkasından onlara bakıyorsun. Ölümünü bekleyen dostların etrafında acımayla karışık bütün dikkatleriyle sana bakarken sen günlerdir bağlandığın makinalarla bir nefes daha almanın peşindesin. Göz ucuyla kimlerin geldiğini çıkarmaya çalışıyorsun. Dostların hastalığın için bir araya gelmiş, acını hafifletmeye çalışıyor. Sanki yüzüne, tüm vücuduna yayılmış derin hüznü silmek için sürekli gülümsüyor ama sevince bir türlü geçemiyor, bir yerde kesiliyor, hüzün öylesine derinlere nüfuz etmiş ki çıkmıyor.

Kalın camlı gözlüklerinin arkasından, solmuş, canı çekilmiş gözlerle bakıyorsun her şeye. Birine bakarken bile çok uzaklara bakar gibi derinden bakıyorsun. İnsanın bakışları ağlar mı, seninki ağlıyor. Buğulu yüzündeki hüzün hastane odasına sağanak gibi akıyor. Yüzün hep gölgeli. Zihninde fotoğraflar akıyor. Onların da bilincinde neler akıyor neler? Gözlerini dolaştırıyorsun üstlerinde. Bir bulutta yüzüyor gibi dalıp dalıp gidiyorsun. Yaralı yaralı, zoraki, onları mutlu etmek, içindeki acıyı bastırmak için gülümsemeye çalıştığını dostların görüyor. Bir hüzün anıtı gibi uzanmışsın yatağa. 'Her şeyi biliyorum, niçin buradasınız, ben nereye gidiyorum biliyorum,' diyorsun sanki. 'Yalnızım,' diyorsun, 'uğurlamaya geldiniz biliyorum.' Dostlarınız size merhametle bakıyor, duygularınızı anlamaya çalışıyorlar. Belki duygularınızı anlayıp merhamet gösterebilirler ama acınızı hissedemezler değil mi? Bunu en iyi siz bilirsiniz.

Her şey kopmuş sanki. Sesin, gülüşün, bir boşluğa düşüyor gibi dalıp dalıp gidiyorsun. Gülüşün bile sararmış, buruşmuş, içine kanıyor. Kendi acılarının etrafında dönüyor, dönüyor içindeki çığlığı bastırmaya çalışıyorsun. İçini bir şeyler kemiriyor, tükeniyorsun. Artık sonuna kadar yırtılmış bir hayatın içinden bakıyorsun dostlarına, soluk, renksiz ve yenik. Ah! belki de bir filmin sahnesini çekiyorsun, hiçbir zaman kimsenin izleyemeyeceği bir sahneyi. Gittikçe kararan bir hastane odasında ışık ve gölge oyunlarıyla oluşturuyorsun filmi. Ama biliyorsun içimize dökülen her şey filme aktarılamıyor, sessizce o yola dökülüyor, yapraklar gibi... Kimse toplayamıyor...

Kimse söze nasıl başlayacağını bilemiyor. Derin bir sessizlik odada dolaşıyor. Dostların hüzünlü gülücüklerle, kırık, sessiz kahkahalarla odanın kasvetli, boğucu havasını dağıtmaya, yaşanan gerçekliğin üstünü örtmeye çalışıyor. Ne var ki bütün bunlar odanın, bakışların, atmosferin sunduğu yas imgesini dağıtmaya yetmiyor. Çaresizlik kare kare kendini hissettiriyor. Görüyorsun, elinde sazıyla Solmaz Naraghi yanında iki dostun. Başınla selamlıyorsun. Ama konuşacak kelimen de, yok dermanın da. Kelimeler seni terk etti. Sadece belli belirsiz ortamı seyrediyorsun. Tepkilerin sadece mimiklerinde.

Solmaz Naraghi en sevdiğin şarkıyı çalmaya başlıyor: "Bir ömür daha lazım vefatımızdan sonra çünkü bu ömrümüzü umutlanmakla geçirdik." Sa'dî-i Şîrâzî'nin sözleri derin bir iç sızısı gibi akıyor. Ateş içindeki yanaklarında bir meltem esintisi hissediyorsun, burnunda bir bahar kokusu, gözünde bir dostun tebessümünü. Hayatın ritmi yeniden işlemeye başlıyor. Günlerdir süren karanlığın yavaş yavaş aydınlanmaya başladığını hissediyorsun. Sonra bir damla gözyaşın yanaklarına doğru yürüyor. Elini gözyaşlarını silmek için kaldırmaya çalışıyorsun. Olmuyor. Elin sana ait değil. Ama zihnin, belleğin motor gibi işliyor. Vücudun yok ama yaşıyorsun. Bir bellek olarak dağlardan, ovalardan, acılardan geçiyorsun. Parmaklarınla notaların peşinden gitmek istiyorsun. Çünkü notalar çoktan hayatın içine daldı bile. Bahardan, nehirlerden, aşklardan geçiyor. Zihnine tomurcuklanmış neşe ânları üşüşüyor. Müziğin açtığı kapıları takip ediyorsun. Bakıyorsun, ışıl ışıl hayat parlıyor. Bu yolculuk hep sürsün istiyorsun. İlaç kokuları kayboluyor, ağrıların geçiyor. Hiç bitmese, hiç bitmese... Müzikle birlikte herkesin zihnindeki bölük pörçük anılar birbirine ulanıyor, flu fotoğraf netleşiyor, duygular sese dönüşüyor, çehreler konuşuyor, notalar ruha değiyor.

Uzun bir yolculuğu anlatmak ister gibi yorgun yorgun bakıyorsun dostlarına. Güvercinlerden, vahalardan, kervansaraylardan, yorgun atlardan ve develerden söz etmek ister gibi, macerasını yutkunmuş yorgun bir seyyah gibi bakıyorsun. Ama müzik imdadına yetişiyor. O senin yerine söz alıyor. Sen susuyorsun. Müzik yolculukları, rüyaları, kırılmışlıkları notalara çeviriyor, duvarlarda, camlarda, dost yüzlerinde yankılanıyor. Müzik akıyor, temize çekiyor hayatı. Her birinizin düşlediği cennete sokuyor sizi, acemi bir yolcu gibi, yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi elinizden tutup dolaştırıyor. Hayatın ana yollarını, hakikatin gizli yerlerini ışıl ışıl yapıyor, kalpten kalbe dolaştırıyor. Sen susuyorsun.

En iyi sen biliyorsun: Hayat yolu böyledir, dönemeçler, zikzaklar, kör noktalar... İnsan bu yol üzerinde pek çok kişiyle karşılaşır. Bunların çoğu onun heyecanını ve özlemlerini anlamayan, yardım etmeyen, onu yolundan çevirmek, alıkoymak isteyen kişilerdir. Dar sokaklardan, köprülerden, dağlardan geçer. Yanlış yollara, çıkmaz sokaklara girer. Ama o isteğinde sebat ederse menzili bulur. Yolun kendisi hakikattir. Bu yüzden en ucu vardığında görülür hayatın kör noktaları. Şimdi o kör nokta aydınlandı... İnsan kör noktayı aşıp doğuma kavuşur, asli vatanıyla bütünleşir, başlangıç ve bitiş bir olur, aynı olur. Nokta her şeyin aynılaştığı yerdir. Gide gide vardığın yer, doğduğun ândır. Yine uzun bir bozkır, ağaçlar ve zikzaklı yollar açıldı önüne... Şimdi o filmlerindeki, o bozkırdaki tek ağacın yanına gidiyorsun, güneşin yakıcılığından koruyacak seni, gölgesinde serinleyeceksin... Hâfız demişti: "Hızır kılavuz olmadıkça yolu yitirmekten kork!" Müzik Hızır oldu, sizi getirip hakikatin gölgesinde serinletiyor.

Bunu da kaydet.

Hastalığın insanı nasıl da olgunlaştırdığını, kibrini, uzak hayallerini kırıp kendi içine ittiğini, her şeyin, tüm arzuların boşluğa düştüğünü, dünyanın bütün ışıklarının söndüğünü gördün; şimdi bu boşluktan, bu karanlıktan, susmayan bu sessizlikten yine kendi yöntemlerinle çıkabilirsin, perde açılır, hayal dünyasına dalar, acılardan kurtulabilirsin. Evet, aşk için söylediğin, hayat için de geçerli: "Hayat da aşk gibi bir yanlış anlamanın sonucudur." Hep yanlış anlamayı ararız. Büyütür, yüceltiriz. Çünkü o dönemlerde gerçeği bilmek istemeyiz. Onu gerçekten anladığımızda, illüzyon bittiğinde aşk gibi hayat da biter, gözümüzde küçülür, sıfırlanır. Şimdi gerçekle yüz yüzesin: "Dünya dedikleri bir gölgeliktir."

Müzik bitti. Dostlarınızın küçük, ölçülü kahkahaları. Gözlerinizde ışıltı. Ama başka söz yok. İletişim bitti. İzin istiyorlar. Tek tek vedalaşıyorlar. Bunun belki de son görüşme olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Kapattıkları kapıya bakıyorsun. Onlar için yol uzun. Ama sizin için yol bitti, film bitti. Yolculuğun sonu yok, arayışın sonu yok ama insan sonunda bir yere çarpıp durmak zorunda. Yol uzun, hayat kısa. Yürümeden de hayat anlaşılmıyor. Yine de bir yerde durmalı insan. Durup geriye bakmalı, yürüdüğü yolları düşünmeli, ölçmeli, biçmeli, gözlerini yollara dikip yaşanmışlıklar içinde kaybolmalı, o hayatların rengine bürünmeli. O yollarda yaşadıklarını yeniden değerlendirmeli, ruhunu doya doya içine çekmeli, yürünmüş yolların tadını çıkarmalı. Unutulmuş, gömülmüş, izi kalmamış yolları yeniden açmalı...

Düşün şimdi: Bu hayatı nereye bağlayacaksın, final hangi karede bitecek. Hep başka hayatları anlattın, başka insanların acılarına, sevinçlerine baktın. Bu, kendini unutmanın, kendinden kaçmanın bir yöntemiydi. İşte yakalandın kendi filmine. Şimdi kur bakalım kendi hayatını. Seyret kim yazmış, kim oynamış bu filmi. Hiçlik nasıl da karanlık değil mi? Nefes alamıyor insan, bir kare çıkartamıyor ortaya. Hayatının en uzun filmindesin. Ama ebedî uğultu bitecek birazdan. Birkaç günde en uzun sürecek savaşı yaşayacaksın. Soğuk otel odaları, bir türlü finale kavuşmayan hikâyeler, nefretler ve aşağılanmalar. Üzülme, tüm yaşanmışlıklar sadece bu: Yitirilmiş, unutulmuş bir sesin zihninde yeniden yankılanması. O da bitecek yakında. Üzülme, dünyanın doğuşunu da batışını da gördün. Merak edecek hiçbir şey kalmadı geride. Mırıldan şimdi şarkını.

Duyuyor musun, dışarıda hafif bir yağmur yağıyor. Buradan çıkan dostlarından bir tanesi hastanenin kuytusunda bir sigara yaktı. Çekilmemiş güzel bir film sahnesi gibi senin yerine yağmuru seyrediyor. Çınarlara, çimlere, hastane duvarlarına yağmur yağıyor. Birlikte yağmuru izliyorsunuz. Bir insanın kıyamet sahnesi tam da böyle olur. Ne yıkılan köprüler ne yok olan gökdelenler. Bunu en iyi sen bilirsin: İnsanın kıyameti çaresizlik içinde sessiz sessiz yağan yağmuru seyretmektir. Bu yağmurun seni uğurlamaya geldiğini biliyorsun. Biliyorsun, seni arındırmak, temizlemek, sarıp sarmalamak istediğini. Yıkıyor günahlarını ve gömleğindeki lekeleri. İşte Hâfız, Sa'dî-i Şîrâzî, Rûmî dizeleri yağmur olmuş yağıyor. Seni engin denizlere sürüklüyor. Artık ne korku ne başka bir şey. Yorgun bir gezgin olarak başladığın yere dönüyorsun. Sadece kulağında kırgın bir şarkı: "Bir ömür daha lazım vefatımızdan sonra çünkü bu ömrümüzü umutlanmakla geçirdik." Bekle, şimdi diner geçmeyen o kalp ağrısı da. Bekle... Birazdan Firdevsî'nin kanatlarını açmış kartalı gelip alacak seni... Bekle... Şimdi mırıldan o şarkıyı dostlarınla birlikte... O sevdiğin dağlara, ovalara, bozkıra, kıvrım kıvrım yollara hep kartal gibi baktın. Kanatlarını hazırla... En uca ulaştın... Bırak şimdi film şeritlerini rüzgâra... Sarılsın tüm vücuduna... Nihayet budur: yaptığın her işi dünyanın rüzgârına bırakmak... Yürüdüğün yollar açılsın katmer katmer, sayha sayha...

Beden acı çekiyor ama ruh arınıyor, belki de yükünden kurtuluyor. Beden ise sürekli varlığını duyuruyor. Beden, hayatın ışıltısını örtüyor ama ruh onu da birazdan azat edecek, sıyrılacak yükünden. Sonra bir rüzgâr alıp götürecek sizi. Bu yara yeni olmadı. Sizde hep vardı. O yara sizi alıp götürecek olan rüzgâr. Bin dermana değişilmez bir yara. Bir ömür yanınızda taşıdınız onu. Seni ateşler içinde bırakan, nefes aldırmayan o şey, içinden çıkmaya çalışıyor, tıpkı doğum gibi çıkınca feraha ulaşacaksın.

Sessiz bir çığ gibi yaptığımız her şey yuvarlana yuvarlana peşimizden gelir, sonra bizi de içine alarak menzile ulaşır. Şimdi o çığın içindesin rahat ol, en emin yere ulaştıracak seni, biriktirdiklerin neyse ya üşütecek ya yakacak ya da nurlar içinde sarıp sarmalayacak, seni emin ellere teslim edecek. Düştüm, kalkamam deme, çığ sandığın bir çare seni göklere uçuracak, tatlı bir huzura kavuşacaksın. Aslında düğüm olmuş insan, sonunda yol yol açılarak bütün yolları tüketip çözülüyor.

Üzülme, arkanda ışıltılar, merhametler, yepyeni yollar bırakıyorsun. Seni bulacak onlar. Üzülme. Göğe çıkan merdiveni ustalıkla inşa ettin. Tüm dünyanın görüldüğü en yükseğe çıkıp hayatın haritasını çizdin, geride merak edecek bir şey yok. Nehirler, denizler, ovalar ve kadîm şehirler... Bir şarkı eşliğinde yavaşça terk ediyorsun bunları. Şimdi tüm ayrıntılarını çizdiğin savaş meydanına bakıyorsun, yorgun ve hafif sarhoş. Bu yenilgi değil zafer sarhoşluğu, unutma. Bu bütün olup bitenlerden sonra çehrene yayılan son güzellik. Hep böyle anılacaksın. Duyduğun at kişnemeleri, kılıç şakırtıları çoktan bitti. Şimdi o sarhoşluğa, o yorgunluğa ve Rûmî'nin dizelerine yaslan. Trajedi bitti, şimdi tam da Rûmî'nin dediği gibi düğün zamanı. Hadi sarın Rûmî'nin cübbesine... Geçecek birazdan o titremelerin de... Bekle seni alacak kartal. Bir dost sohbetinin neşesi gibi, yeni bir filmin heyecanı gibi, bir ümidin coşkusu gibi...

Şimdi dünyaya ait her şeyi dışarıda bırak, her şeyinden soyun, acıları, sevinçleri dışarıda bırak, hafifle, dünyadaki hiçbir şeyi yanına almayacaksın, hiçbir şey sana ait değildi zaten, onları bir filme aktarmıştın, bütün duygulardan ve renklerden sıyrıl, şimdi hiçbir şeysin, hiçbir şeye ihtiyacın olmaması kadar büyük bir zenginlik yok, dostların bir yolcu olarak uğurlayacaklar seni, bir tek filmin, sadece kendi filmin kalacak yanında, nasıl çekmişsen ona yaslanacaksın, kimliğin, kişiliğin, yapıp ettiklerin o çektiğin filim...

Dünyaya bütün renklerini bıraktın, nefeslerini, bakışını, bu yüzden hafifledin, artık geriye bakma. Yürü, korkma, açtığın merhamet kapısından gir içeri, yürü açtığın yollardan... Gireceğin kapı bitiş kapısı değil, ağır adımlara yürü, vücudunu tüketen tüm acılardan kurtulacaksın, zarafetle bir kuş gibi uçup kanatlanacaksın, karanlık eşiği atladığında gerçek müziğe ulaşacaksın, gençliğin tazeliğine kavuşacak, özgür ve mutlu olacaksın. Zayıf ve yenik vücudunu terk edip bir kuş olup uçacaksın. Arkana bakma, tüm filmleri çektin, şimdi senin filmin oynuyor, müzik eşliğinde yürü, artık kimse senin önünü kesemez, ne devletler ne kıskançlar ne hastalıklar, aştın o eşiği, harikulade göğün altında yürü, yüzüne vuran bahar rüzgârını çek içine o serinliği, düşmeyen ateşin yok artık, sancılar yok, o film bitti, şimdi senin filmin başlıyor... Ruhunu serinletecek yeni bir filmin başındasın. Lambalar sönecek ve kendi filmini izleyeceksin. İnsanın kendi filminin izleyicisi olması, başkalarının hayatını izlemeye benzemez. Korkularından, kâbuslarından sıyrıl, derin derin nefes al, işte o gördüğün masmavi gökyüzü... Az kaldı. Geçmiş acılarından gelecek kaygılarından kurtulduğun için özgürlüğüne kavuşacak, tüm çabaların beyhudeliğini anlayacak, kendini o çok sevdiğin buğday tarlalarının içinde bulacaksın. Az kaldı.

Hayır, bu melodramik bir veda olmayacak dünyanın en güzel filminin içinde, karanlıkları aşmış bir şekilde, aştığın dünyaya gülümseyerek, uçsuz bucaksız bir tarlada başaklar içinde masmavi gökyüzüne bakarak, güzel bir şarkı eşliğinde yürüyeceksin. Şefkat ve merhamet sağanağı altında sükûnetin kollarına koşacaksın. Yazıklanış yerine kabullenişle özgür ve iyi olacaksın. Boğazında düğümlenen ümitsizlik bir bir çözülecek. Üzülme veda değil bir geçiş bu.

Birazdan zamandan kurtulacaksın, arzulardan, ayağındaki prangalardan bir bir kurtulacaksın, tüm tutkuların fırtınası dinecek, acıların dinecek... Hâlden hâle geçecek uyumuş uyanmamış olacaksın. Acılardan neşeye ama hiç bitmeyen bir neşeye geçeceksin. Su gibi berrak özgürlüğün tadına varacaksın. Bütün hediyelerini verdin hayata, insanlığa, tükendin, artık özgürlüğüne kavuşacaksın. Şimdi mırıldan Rûmî'nin kulağına fısıldadıklarını: "Beni toprağa bırakınca sakın veda, veda nedir deme / Zira mezar O'na erişmenin son perdesidir / Gömülmeyle biter mi bir de dirilince seyret / Güneş ve ay grup vakti birliktedir." Böyledir.

Hadi kapat gözlerini.

Film bitiyor.

Şimdi bitiş jeneriği akıyor.

(Muhit, Şubat 2021)





Yayın Tarihi : 28.02.2021

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 1870