Necip Tosun ::: SEZAİ KARAKOÇ: METAFİZİK VE SOYUTLAMA / NECİP TOSUN         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 SEZAİ KARAKOÇ: METAFİZİK VE SOYUTLAMA / NECİP TOSUN


Hiç kuşku yok ki Sezai Karakoç, son yüzyılın en güçlü sanat ve düşünce adamlarından biri. Elliyi aşkın kitaba imza atmış müstesna bir isim. Güçlü bir şair olması yanında büyük bir fikir ve ideal adamı olan Sezai Karakoç, tüm eserlerinde inandığı kültür ve medeniyet davasını insanlara aktarmak peşinde olmuştur. Bütün bunları da tarihi ve sosyolojik bir görüş olarak "diriliş" düşüncesi etrafında şekillendirmiştir. Materyalizmi çağın üstüne çöken en büyük kâbus olarak gören Karakoç, inkâra, redde, maddeciliğe karşı her alanda yeniden dirilişi savunur. Düşüncede diriliş, inanışta diriliş, edebiyat ve sanatta diriliş, aksiyonda diriliş, ruhta diriliş. Ona göre diriliş, yeniden doğuş, gerçekle yüz yüze geliş, hakikate değiş demektir. Ana kaynağı İslâm olan diriliş düşüncesi, bir yaşama tarzı davasıdır. Topyekûn bir özgürlük kültürü ve uygarlığıdır. Ruhlarda kapanmış bir kapıyı açmak ülküsüdür. Ve nihayet bir düşüşten çıkış ve kurtuluştur. Çünkü Karakoç'a göre, insanlığın gerçek medeniyeti, aslında bir diriliş medeniyetidir. O, kısaca özetlemeye çalıştığımız bu diriliş düşüncesini, sadece bir simge, slogan olmaktan çıkarmış, eserleriyle kültür/medeniyet/insan/toplum/tarih/din ekseninde oldukça işlevsel bir okula dönüştürmeyi başarmıştır.

Sezai Karakoç, Batı uygarlığı ile savaşmakla öz benliğimizi korumak arasında bir koşutluk görür. Kendi kimliğini, onu var eden dinamikleri reddeden Batı'ya karşı halkını uyarır. Batılılaşmayı özden kopuş, yabancılaşma olarak değerlendirir. O aslında Tanrı düşüncesiyle savaşan bir medeniyete (Batı) savaş açar. İnsanını, ülkesini, medeniyetini bu Tanrı'sız düşüncenin saldırılarından ve kötülüklerinden korumak amacındadır. Tüm tasavvurlarını da diriliş düşüncesine yaslar. Sezai Karakoç diriliş kavramını şöyle açıklar: "Hakikatin sırrı, diriliş. Sürekli diriliş. Hilkatte, ne eskinin tıpatıp tekrarı, ne geçmişsiz, köksüz, temelsiz yenilik vardır. Gerçek yenilik diriliştir. Doğum ve ölüm, hayatın birer yüzüdür. Ama diriliş, doğumla ölümün bir araya gelişinden doğan asıl hayattır. Hegelci diyalektikle söylersek, doğum tez, ölüm antitez, diriliş sentezdir."

Türk edebiyatında sanatıyla inançları/ideolojisi arasında net sınırların çekilemeyeceği yazarlardan biri de Sezai Karakoç'tur. Çünkü onun yazdığı/yaptığı her şey, oluşturmaya çalıştığı medeniyet projesinin bir parçasıdır. Onun hayatına baktığımızda, ister şiir yazsın, ister oyun, isterse bir başka faaliyet içinde bulunsun, tüm bunları bilinçli bir şekilde bütünlüğe ulaştırmak arzusunda olduğunu görürüz. Çünkü o, sanat, düşünce ve toplum faaliyetlerini birbirinden ayırmaz, her şeyi bir bütün olarak görür. Bu yüzden onun düşünce serüvenini iyi analiz etmeden, sanatının kavranması/izahı zordur.

Sezai Karakoç insanlık dramını, trajedisini çok çeşitli açılardan ele almış, onun dramını sadece ekonomiye/ekmeğe, bedensel ihtiyaçlara indirgeyen maddeci bakış açısını reddetmiş, inanç krizini, yabancılaşma olgusunu, ahiret düşüncesini en ön plana almıştır. Diriliş düşüncesine altın yıllarını vermiş, aşkla yoğurmuş, çağının tanığı bir yazar olarak görevini yapmıştır. Yunus Emre'nin, Mevlânâ'nın, Şeyh Galib'in, Mehmet Âkif'in temsil ettiği bir uygarlığın şiirini çağımızda temsil etmiş, son dönem modern Türk şiirinin kurucu öncülerinden biri olmuştur.

Sezai Karakoç kendinden sonra gelen kuşaklara büyük bir yol açıcı, öncü işlevi görmüş, hem güçlü bir modern edebiyat algısı oluşturmuş hem de bir uygarlık ve medeniyet bilinci aktarmıştır. Yabancılaşma olgusunu, insanlığın serüveni ve inanç tarihinden örneklerle bir entelektüel dünya içerisinde izah etmiştir. Sezai Karakoç daha 1950'lerde bir edebiyat tanımı yaparak "hidayet romanları-şiirleri-öyküleri"nden nasıl ve niçin uzak durulacağını ortaya koyarak edebiyatımızı en ileri noktaya taşımıştır.

Sezai Karakoç sadece edebiyatı, sanatı, düşünürlüğü ile değil "duruşu"yla da seçkin ve müstesna bir örnek oluşturmuş, abartısız, yalnız ve sade bir hayat serüveni tercih etmiştir. Hiçbir ışıltıya, üne, alkışa aldanmamış, inancına uymayan döneminin gözde akımlarına uzak durmuş, televizyonların, gazetelerin tüketim malzemesi olmamış, özenle kendi kozasını örmeyi sürdürmüştür. Hayatını diriliş davasına adamış, yaşadığı yoksullukları ve çileleri, iftira ve yok saymaları aşarak çağının putu olan paranın, maddi olan her şeyin nasıl reddedilebileceğini ispat etmiştir. En çalkantılı, gürültülü işleri bile doğasından koparıp, sükûnetle, kendi mizacına dönüştürmeyi bilmiştir. Bu anlamda Sezai Karakoç parti genel başkanlığı ile çağdaş münzeviliği aynı fotoğrafa sığdırmayı başarmıştır. O, Türk edebiyatında "aşk kadar nazlı saat kadar gerçek" bir portre ile nazlı ve saygın bir duruş sergilemiştir. "Şahdamar" şiirinde şöyle demişti: "Biz mahcup ve onurlu çocuklarız. (...) Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız." Öyle yaptı. Tüm yok saymaları bir bir aşarak onurlu, saygın bir kişilik oluşturdu. Bu kişiliği oluştururken şairin önündeki tuzakları şöyle tanımlamıştı: "Zulüm alkışçısı, yurduna göz koyanların çağırıcısı, ya da günün adamı olduğu gün, şair ölmüştür, en hazin ölümle ölmüştür." Karakoç yazma serüveni boyunca zulüm alkışçısı, yurduna göz koyanların çağırıcısı, günün adamı olmadı. Hep toprağının, mazlumların, mağdurların gür sesi oldu.



Poetikası

Sezai Karakoç poetikasını sağlam temellere oturtmuş, bunun yazılarını yazıp, kavgasını ve örneklerini vermiş Türk edebiyatındaki az sayıdaki yazarlardan biridir. Bu yazılarda poetik duruşunu temellendirirken, genelde sanat özelde de şiir hakkındaki görüşlerini açıklamıştır. Sezai Karakoç bu yazılarda ağırlıklı olarak şiir nasıl oluşur, neleri yansıtır, neyi içerir, nasıl olmalıdır sorularına cevap ararken, şiir dünyasının estetik, biçimsel, varoluş özelliklerini belirtmiş ve böylece Türk şiirindeki iddiasını, poetik bir misyon sahibi olduğunu ortaya koymuştur.

Sezai Karakoç'un edebiyat yaklaşımı iki kavram etrafında şekillenir: Metafizik ve soyut. Ona göre, sanatta birinci kural metafiziğe eğilmekse, ikinci kural soyuta yönelmektir. Sanatın amentüsü metafizik ve soyutlamadır. Karakoç, çağımızda "metafizik" ve "soyut" kavramlarının ters yüz edildiğini düşünerek sanat anlayışını bu kavramlar üzerinden tartışır. Auguste Comte'nin metafiziği büyüye, sihre, eski çağ kâhinliğine indirgediğini, Marksizm'in ise bu dar metafizik kavramını yansıma kuramıyla büsbütün öksüz, gerçek varlığı olmayan bir kurum olarak nitelendirdiğini ifade eder. Marksistler ayrıca, bir şeye yanlış demezler, 'metafizik' der, işin içinden çıkarlar diyerek metafiziğin yanlış algısını örnekler. Kapitalizmi de bunlardan ayırmaz. Zaten bu iki sistem, düşün dünyasının Lorel ile Hardi'sidir. Bütün güçlerini, birbirinin zıtlıklarından, diyaloglarından alırlar. Ardından kendi metafizik anlayışını açıklar: "Bizim metafiziğimiz Tanrı ve ahiret inançlarıyla şahdamarında gürül gürül canlı bir kan akan bir metafiziktir: İslam uygarlığının temel ilkesi olan mutlaklık âleminin bu dünya penceresinden görülen penceresidir." Ona göre hayatımızı metafiziğe ve metafiziği uygarlığa bitiştirmemiz gerekir.

Karakoç'un sanat algısında metafizik ile birlikte önem verdiği diğer bir kavram da soyutlamadır. Sanatçının ilk ve uzun uğraşı soyutlamadır. Karakoç soyutlamayı sanatta kalıcı olmanın bir gereği olarak görür. Sanatçı hilkatin sırlarını soyutlama ile yeni bir alfabeye ve dile bağlar. Soyutlamayı sadece biçime yönelik bir estetik arayışı olarak değil kalıcılığın da temel şartı sayar. Böylece gerçekler kolay tüketilmez, sembollerle kalıcı ve uzun ömürlü olur, dayanıklı olan yanı yarınlara taşar. Bu yolla doğanın kalbine uzanır ve onu kendine uymaya razı eder. Bir eser verme, bir diriliş işlemidir aslında. Ne var ki sanatçı eserini ilk soyutlama aşamasında bırakırsa, formalizm ya da şematizm derecesinde kalır ve sanat eseri de tamamlanmamış olur. Sanatçı bundan sonra diriliş soluğunu ruhundan üflemesi gerekir.

Sezai Karakoç "realizm" ile ilgili olarak da oldukça zengin, sağlıklı ve ufuk açıcı tespitlerde bulunur. Sanatçı dış realiten kopuk değildir ama onu değiştirir, dönüştürür ve yeni gerçekliğe ulaştırır. Varolandan yeni biçimler yaratır. Sanatçı dış realitelerle karşılaşır, daha sonra bunları din, felsefe, bilim ve sanat dünyasında değerlendirir tabiat ve tarih dokusu içinde esere dönüştürür.



Sezai Karakoç'a göre, sanat, kaçsa da inkâr etse de, yönü 'Tanrı'ya doğru'dur hep. Ona göre şairlerin iç âlemleri, birbirinden ne kadar ayrı ve hatta birbirine zıt olsa da, aralarında, katılacakları manevi hava yüzünden, bir yakınlık vardır. Şairler hiçbir çağda metafiziğe yabancı kalamazlar. İçinde bulunulan uygarlık havasının ve onun metafizik ruhunun yazarı biçimlendirdiğini düşünen Sezai Karakoç, sanatçıların hiçbir çağda metafiziğe yabancı kalamadıklarını örnekler. Din ve sanat birbirleriyle ilişkili fakat bağımsız kurumlar olarak kendi fonksiyonlarını icra etmelidirler diyen Sezai Karakoç'a göre, şiirsiz bir manevi âlem, manevi âlemsiz bir şiir dünyası olsa bile yoksuldur. Diğer yandan şairin bir anlamda, inancına, milletine karşı sorumlu olduğunu düşünür. Şair ona göre milletin sözcüsü, yorumcusu ve gerekirse yol gösterenidir. Şair, milletin kalbidir. Atan nabzı, çarpan yüreğidir. Şiir demek, tarihi ve geçmiş zamanı, bir de sanat gözüyle, sanatçı gözüyle kurmaktır. Edebiyatı kaale almayan tarih eksik kalmıştır: "Şair nedir? Kelimedeki hayatı bulandır. Hayattan ve tabiattan daha güçlü bir hayatı." (Edebiyat Yazıları I, s. 61).

Şiir insan merkezli olmalıdır, insansız şiir tez ölür düşüncesindeki Sezai Karakoç'a göre, divan şiirinde, klasik şiirimizde insanı önemsemeyen şair, çabuk unutuldu fakat onu şiirine temel edinenler kaldılar ve hep kalacaklar. Daha sonra pek çok şair kimi bireyci, kimi toplumcu bir yaklaşımla insanı anlatmıştır. Şiirine insan ya da insanlık formunu koymayanlar kaybedecek diyen Karakoç, kimi şairlerin bu yolda kaybolduklarını, arayışlarının sonunun gelmediğini belirtir. Şiirin genel çizgilerini, pergünt üçgeni dediği üç ilkeyle açıklar: Şair, kendi kendisi olmalı; Şair, kendine yetmeli; Şair kendinden memnun olmalı.



Mesaj

Sezai Karakoç sanatın, edebiyatın bir misyon görevi yüklenmesini kabul etmekle birlikte her şeyden önce onun temel özelliklerini bünyesinde taşıması gerektiğini düşünür. Sanat ve edebiyat olmanın gereğini yerine getirmeyen bir metin misyon görevini de yüklenemez. Zaten gerçek sanat olduğunda metafiziğe ve soyuta yaklaşacaktır. Bu anlamda sanatın sadece telkin vasıtası olarak algılanmasına karşı çıkar: "Sanatı, sadece, bir telkin vasıtası olarak da düşünmemek gerekir. Telkin ödevini yapabilmek için bile, sanatın her şeyden önce bir medeniyet fenomeni, tabiî bir veri olarak varoluşunu kabul ettirmesi gerekir." Bir metnin varoluşunu kabul ettirebilmesi için de öncelikle sanatın temel kurallarına uyması gerekecektir. Bu anlamda gerçek bir sanat eserinin içinde bir dünya görüşü taşımasını normal ve anlamlı bulur. Yeter ki sanat ve edebiyatın kendisi olsun. Sanatın sadece bir propaganda aracı olarak görülmesine karşı çıkarken edebiyatçının bir duruşu olması gerektiğini savunur. Edebiyatçının hem bir duruşu, uygarlık anlayışı olacak hem de yaptığı sanatın gereklerini yerine getirecektir: "Sanat tutumum, genel dünya görüşümün bir bölümünden başka bir şey değildir. Onu bir sesin, yeni bir sesin sırtına yüklemekten başka bir şey değildir. Benim şiirim aşk, hürriyet, yaşayış ve ölüm gibi varolmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espriyi, irrasyonele ve absürde bulanmış (MUTLAK)'ı zaptetmektir. Sanatı, bir takım duyguları ama o duygular ne olursa olsun, çağla ve insan için derin bölgesi, en alt bölgesiyle ilgisi ne olursa olsun heykeltıraş gibi yontmaktan ibaret sayanlarla, sanatı sadece doktrinlerin propaganda aleti sayanlardan ayrılıyorum." Özellikle yetmişlerde yaşanan ve ideolojik dayatmalarla oluşan edebiyat akımına karşı çıkar: "Bizde roman, Peyami Safa'dan sonra ideoloji bataklığına saplanıp kaldı. Tanpınar'ın Huzur'u sanki mezar taşı oldu romanımızda." (Edebiyat Yazıları I, s. 12) Sezai Karakoç "güdümlü edebiyat" konusunda sol edebiyatı örnek verir ve belli bir teoriye dayanan, ideolojik kaynaklı bağlantılar zaman içinde yeni şartlar altında yaşayamaz hâle geldiği için bu ideolojiye yaslanan edebiyat eserlerinin başarısız olacağını belirtir. Çünkü hayat teoriyi yenmektedir. Karakoç'a göre din kaynaklı bağlantılarda ise bu yaşanmaz. Din, tarihe, düşünceye, insanın kök budak saldığı bütün alanlara nüfuz ettiği, teyit edilmiş hakikatlere yaslandığı için, bunu anlatan edebiyat eserleri da zamana direnebilmektedir. Çünkü dinin realist, sürrealist, psikolojik, hatta ekonomik ve politik perspektifleri vardır. Bu nedenle din kaynağından uzaklaşan edebiyat başarısızlığa mahkûmdur.



Şiir anlayışı

Sezai Karakoç, bir şairin, büyük şiir birikimimizdeki pek çok ismin yanında özellikle Yunus Emre ve Mevlânâ'dan beslenmesi gerektiğini düşünür. Karakoç her ikisi için de bağımsız kitaplar yazmıştır. Diğer yandan yeni Türk şiirinin ise üç yazarın anlayışı üzerinde kurulacağını ileri sürer: Yahya Kemal, Mehmet Âkif ve Necip Fazıl. Ona göre, şiirin güncel, sosyal görevini Âkif'ten, tarih ve gelenek yanını Yahya Kemal'den ve nihayet hayat ve ölüm yorumunu Necip Fazıl'dan izleyerek yeni şiirin temelleri atılmalıdır.

İkinci Yeni şiirinin Garip akımına bir tepki olduğu bilinir. Dünyaya açık, arayan, özgür bu şiirin en başta gelen temsilcileri ise Sezai Karakoç ile Cemal Süreya'dır. Karakoç bu yeni şiirin hem en iyi örneklerini vermiş hem de kuramsal temellerini atmıştır. En azından Karakoç'un İkinci Yeni hakkındaki yargıları, daha sonra bu şiir hakkında konuşanların temel argümanları olmuştur. Yine onun o dönem şiirleri de İkinci Yeninin öncü şiirleri sayılmıştır. Bu iki şairden sonra İkinci Yeniye Turgut Uyar, Edip Cansever ve Ece Ayhan eklemlenmiştir. Sezai Karakoç İkinci Yeni ile ilgili olarak; İkinci Yeni, Necip Fazıl ekolüyle Orhan Veli akımı arasındaki bir tereddütten yola çıkan, dünya şiiri ile çalkana çalkana duygu ile düşünce arasında eriyen bir şiir akımı oldu der: "Arkasından 'Nekahat Dönemi' şiiri geldi. Yani İkinci Yeni dedikleri şiir. Bu şiir savaşa şartlanmış insanın yeniden dünyaya alışma denemeleri şiiridir. Ekmek meselesi dışında da meseleler bulunduğunu yavaş yavaş görmeye başlayan insanın şiiri. Yeni bir ses ve biçim arayan; daha doğrusu, sesi ve biçimi yıkmış ve inkâr etmiş Orhan Veli ekolüne zıt olarak, bir sese ve biçime ihtiyaç hissetmiş bir şiir. Bu şiirin kurucuları olan şairler, bir nekahet döneminin bütün duyarlılığını yüklemesini bilmişler şiirlerine. Şiirimizden koğulan kelimenin haysiyet, imaj gibi kaçınılmaz sanat yönlerini tekrar geri getirmeye çalışmışlardır." (Edebiyat Yazıları II, s. 38)

Sezai Karakoç'un İkinci Yeni olayındaki yeri hep tartışılagelmiştir. Sezai Karakoç "Benim İkinci Yeniyle ilgim, aynı dönemde şiir yazmam ve belki biçim bakımından bazı ortak yanların bulanmasından ibaretti." diyecektir. Karakoç, ayrıca, Mehmet Kaplan'ın kendi şiirini İkinci Yeni içinde saymasını bir hata olarak görür. Mehmet H. Doğan bu konuda şunları söyler: "Karakoç kendini İkinci Yeni'den ne kadar ayırmaya, ayrı tutmaya çalışırsa çalışsın, İkinci Yeni'nin önde gelen şairleri, eleştirmenleri onu hep İkinci Yeni'nin içinde, bu şiirsel söylemi yaygınlaştıran, en azından bu şiiri baştan beri en iyi anlayan açıklayan şairlerden biri olarak görmüştür." Ne var ki Karakoç şiiri, dünyayı kavrayış, işlediği temalar bakımından İkinci Yeniye sıkıştırılmayacak kadar zengin ve çok seslidir. Karakoç şiiri giderek medeniyetimizin büyük şiiri ile buluşacak bir tema ve biçime evrilir. Alâeddin Özdenören'e göre de, "Onun şiiri; muhabbeti, hisleri ve ihtirasları ile II. Yeni'den ayrılır." Karakoç İkinci Yeni ile yollarını ayırma çabalarıyla belki de 'benim hiçbir payeye ihtiyacım yok' demek istemektedir. 1958'deki büyük İkinci Yeni tartışmasında Karakoç ideolojik anlamda tehlikeli bulunup şiir dışı argümanlarla bu önemli şiir akımından dışlanmaya çalışılınca İkinci Yeni içinde anılmak istenmediğini belirtmiş ama modern Türk şiirini yazmayı sürdürmüştür. Zaten daha sonra İkinci Yenici olarak adlandırılan her şair kendi özgür çizgisine evrilmişlerdir.

İkinci Yeni hareketinin bu kadar çok tartışılıyor olması 1980'lerden sonra bu akımın yeniden gündeme gelmesi ve şairlerinin yeniden keşfi olmuştur. Çünkü genç kuşak İkinci Yenici şairlerle kendi şiirlerini kurma yoluna gitmişlerdir. Özellikle ideolojik bir batağa saplanmış olan 80 öncesi şiir, darbe ile kesintiye uğramış, yeni hayatı izahta yetersiz kalmıştır. Tıpkı düzyazıda Tanpınar ve Oğuz Atay'ın keşfi gibi, İkinci Yeniciler de yeni dilde şairlere yol göstermiştir. Karakoç bunu da görmüş, 80'lere kadar gelen İkinci Yeni sonrası şiiri o dönemde de eleştirmiştir.



Sezai Karakoç, ilham şiirine inandığı için yaşıtlarına göre erken dönemde şiiri bırakmış, son dönem şiirlerinde daha çok mesaja yönelmiş, uzun, destansı, epik şiirler yazmıştır. Modern şiir sanatını uygularken, geleneğin yeni dilini bulmuştur. Onun şiiri biraz da kültür şiiridir. İmge, gönderme ve mesajları iyi anlayabilmek için Doğu ve Batı kültürüne vakıf olmak gerekir. 1950'lerde yazdığı şiirler 2000 sonrası genç şairler için bile yeni, yaşayan, güçlü bulunmuş ve takip edilmiştir. Özellikle metafizik ve soyut yaklaşımlarıyla şiirinin diri, yaşayan, kalıcı olmasını sağlamıştır. Kapalı, anlaşılmaz yargılarına aldırmadan slogan şiirden derinlikli şiire yönelmiştir. Güncelin sığ, gelir geçer olayları ve durumlarında eğlenmemiş, eskimez, kalıcı hakikatleri gündemine almış, inanç düzleminde birlikte olduğu atmosferin bile sahiplenemeyeceği modern edebiyat algısıyla Türk şiirinin çığır açıcılarından biri olmuştur.

Sezai Karakoç'un şiirleri diriliş düşüncesinin şiirleridir. Batı ve Doğu şiir anlayışını çok iyi analiz etmiş olan Karakoç bu birikim üzerine şiirini inşa etmiştir: "Evrim günlük sularla / Devrim irinle kanla / Bizse dirilişi gözlüyoruz / Bengisu bengisu kayna ve çağla" dizeleri onun şiirdeki arayışını somutlar. "Ötesini Söylemeyeceğim", "Köpük", "Kan İçinde Güneş", "Sultanahmet Çeşmesi", "Hızırla Kırk Saat", "Çocukluğumuz", "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine", "Fecir Devleti", "Şehzadebaşı'nda Gün Doğmadan" şiirleri uygarlık seçimini yansıtan şiirlerdir.

Monna Roza-İlk Şiirler çağdaş bir Leyla ile Mecnun denemesi olarak (kitaplaşması geç de olsa) onun şiire en iyi yerden başladığının belgesidir. Şiirler III / Körfez / Şahdamar / Sesler'deki şiirlerde Garip şiirinin ihmal ettiği imge diline yeniden dönülmüş, konuşma dili terk edilmiştir. Şiirin söz dizimi ile oynamalar yapılmış, kapalı, çağrışıma dayalı, özellikle soyutlamalarla şiir yazılmaya başlanmıştır. İmaj, kelimeler önem kazanmış, çok katmanlı bir yapı tercih edilmiştir. Karakoç'un bu şiirlerinde uygarlık anlayışı merkezdedir. Şiirler, toplumun yerli değerlerden koparak yabancılaşmasına, emperyalist Batı'nın değerler üzerindeki bozucu etkisine karşı yerli değerlerin savunusu olarak kurgulanır. "Kapalı Çarşı"da söylediği, "Sen Cuma gününün hürriyet kadar kutsal olduğunu onlara anlat" dizesi bu yaklaşımı yansıtır. Çünkü onlar fikre ve gerçeğe sırt dönmüşlerdir: "Kapalı çarşılar içinde fikre ve gerçeğe / neler neler etti anlarsın onlar." "Ötesini Söylemeyeceğim" şiiri Doğu-Batı karşıtlığının emsalsiz bir anlatımıdır. Ülkesi işgal altındaki on yaşındaki Tunuslu kız "Bay Yabancı"ya kim olduğunu söyler: "Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba bay Yabancı / Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz". Ünlü "Kara Yılan"da bir kez daha uygarlık seçimine döner. "Kan İçinde Güneş" emperyalizme karşı direnişi, "Sultanahmet Çeşmesi", tarihi ve kültürel birikimimize duyduğu saygıyı ifade eder. "Şehrazat", "Balkon", "Ping Pong Masası", "Liliyâr" kitabın unutulmaz şiirleri olur. Ölüm, fanilik duygusu temaları baskındır. Kitaptaki "Şehzadebaşı'nda Gün Doğmadan" ve "Çocukluğumuz" kitabın en ünlü şiirleri olur. Şiirler I / Hızırla Kırk Saat, bir uygarlık tarihinin şiiri olur. Şiirler II / Taha'nın Kitabı / Gül Muştusu bir destan, epik şiir olarak ortaya çıkar. İnsanlık tarihine, inanç tarihine, peygamberler tarihine, varolma bilincine, aile düzenine, ölüm ve fanilik temalarına yaslanır. Şiirler IV / Zamana Adanmış Sözler'de, yine Batı, uygarlığımız temaları ekseninde klasik şiirle temas içindedir. "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" destansı anlatımıyla unutulmazlar arasında yerini alır. Şiirler V / Ayinler, inanç tarihinin, medeniyet ve kültürün mesnevi tarzında şiire taşınmasıdır. Şiirler VI / Leyla ile Mecnun geleneksel anlatımızın modern Türk şiirine katılma girişimidir. Şiirler VII / Ateş Dansı'nda diriliş medeniyeti bir kez daha şiirleştirilir. Şiirler VIII / Alınyazısı Saati'nde, Ortadoğu şehirleri üzerinden Müslüman coğrafyasında yaşanan dram dizelere aktarılır. Bu son dönem şiirlerinde hikâyenin öne çıktığı, mesnevi geleneğine yaklaşıldığı görülür.

Sezai Karakoç bütün yazılarında şiirin bir ilham işi olduğunu öne çıkarır. "Ben oyumu ilhama veriyorum. Valéry'nin ilk mısra Tanrı vergisi, sonrası çalışma demesi bir bakıma aynı kapıya çıkar. 'Her şeyden önce müzik' derken Verlaine ve Mallarme de bir sezgi haline işaret ediyor olsa gerektir." diyen Sezai Karakoç sanki bu düşüncesini örneklemek istercesine Hızırla Kırk Saat'in yazılışını şöyle anlatır: "Hızırla Kırk Saat adlı kırk bölümlü şiirimi 1967 yılı mayıs ve haziran aylarında, Yenikapı'da, deniz kenarında, kayalıklar arasındaki bir kır kahvesinde yazdım. Aşağı yukarı, kırk gün, akşamüzeri, bir iki saat, orda, deniz dalgalarının kıyıya çarpma seslerini dinleyerek ve her seferinde şiirin bir bölümünü yazarak kitabı tamamladım. Zaten, bu yüzdendir ki, şiire, Hızırla Kırk Saat ismini verdim: Sanki orada Hızır'a randevu vermiştim de, her gidişimde, bir randevu verimi ve armağanı olarak bir bölümle döndüm."

Öyküler ve piyesleri

Sezai Karakoç'un öyküleri ve piyesleri "diriliş" düşüncesinin şiir dışında bir de farklı türlerde izah edilmesidir. Hikâyeler I-Meydan Ortaya Çıktığında ve Hikâyeler II-Portreler adlı iki öykü kitabı bulunan Sezai Karakoç'un bu öykülerindeki anahtar kelime ve kavramları "kıyamet", "sorumluluk", "ahiret", "modernizm" ve "diriliş" olarak sayabiliriz. Öykülerde sembolik bir dille geleneğin direnişi anlatılır. Ancak geleneği savunanlar toplumda çok az kalmışlardır. Ev metaforu geleneği / birikimi / medeniyeti simgeler. Kasabada bir sam yeli esmiş evler yerle bir olmuştur. Ama kimileri bir başına kalsa da evini korumaya, savunmaya kararlıdır. Öykülerde fıtrata aykırı yaşam, doğal yaşamı alt üst eden modernizm ve yabancılaşma eleştirisi yapılır. Modern insana doğum, ölüm ve yaratılış gayesi hatırlatılarak "diriliş" önerilir. İnançtan uzak bir hayat düzeneği, ona aykırı ilkeler ve düzenekler insanlığı boğmaktadır. Yabancılaşma, özden kopuş ve mukadder sona doğru ilerleyiş... Hikâyeler II Portreler'de, "ölüm", "hayatın anlamı", "varlık", "evrendeki ahenk", "madde ve ruh", "tarih ve toplum" konularıyla yüzleşen insan portreleri sergilenir. Değişim (modern hayat) fıtratı, doğal yaşamı öldürmüş, insanı kendine yabancılaştırmıştır. Pek çok öyküde kasaba ve büyük kent karşılaştırılması yapılarak, kentler mahkûm edilir. Bu yüzden kahramanlar, kenti değil dağları sever. Öykülere serpilmiş "anne şefkati" "gül kokusu", "nur yüzlü ihtiyarlar", "kurban bayramı", "kur'an sesleri", "çocukluğun saf, temiz inancı" diriliş habercileridir. Soyutlama, şiirsellik ve metaforik anlatım Karakoç'un öykülerini biricikleştiren unsurlardır. Destansı, coşkulu anlatım tüm öykülerin bir şair elinden çıkma olduğunu hissettirir.

Sezai Karakoç, oyunlarını da "diriliş" düşüncesini geliştirmek, derinleştirmek için yazmıştır. Öyle ki sadece "diriliş" kelimesi Piyesler I'de tam 39 kez tekrarlanır. Bu yüzden Karakoç, oyun konularını ve kahramanlarını hayatın içinden değil, düşüncesinden seçer. Bir düşünce adamı olarak tespit ettiği sorunları bir kez de oyun aracılığı ile okurlarına duyurmaya çalışır. Oyunlardaki pek çok bölümün iz düşümünü onun düşünce kitaplarında bulmak mümkündür. Sonuçta bu düşünceyi benimseyenlerin beğeneceği/onaylayacağı, buna karşın bu düşünceyi yadsıyanların uzak duracağı metinler / oyunlar çıkar ortaya. Aşk, kadın , anne, kent, tabiat, Batı, diriliş oyunlarda öne çıkan belli başlı kavramlar olur. Oyunlarda beşeri aşk görmezlikten gelinmemekle birlikte asıl olarak ilahi aşk yüceltilir. Beşeri aşk, büyük dava, büyük aşk uğruna ertelenir. Diriliş, bütün piyeslerin öznesi, mesajı, varacağı yerdir. Kötülüklerden sıyrılış, hakikate değiştir. Oyunlar bir bakıma bu düşüncenin izahıdır. İlk oyun "Ertelenen Düğün"de, iki sevgili diriliş için düğünlerini ertelerler. "Görev" adlı oyunda Celal, "Diriliş sadece dünyanın sonunda ya da kıyâmetin kıyâmetinde mi gözükecek" dediğinde Ahmet şöyle cevap verir: "Diriliş her zaman gözükmekte. Dirilişten başka ne vardır gerçekte? Fizikötesi dirilişine doğru akan tarih, din, medeniyet, toplu dirilişleri, metafizik, tarihî-sosyolojik, estetik, politik, ekonomik dirilişler. Ancak, dirilişi, tıpatıp yeniden canlanma şeklinde anlamamak gerekir. Her diriliş aynı zamanda bir oluştur. Yeniden varoluştur." Sezai Karakoç tiyatroya bakışını şöyle izah eder: "Tiyatro'da, olsa olsa soyut tiyatro, İslâm tiyatrosunun kuruluşunda bir biçim örneği verilebilir. Muhtevaysa, daima ve mutlaka İslâm ruhuna ilişkin olmalı, işlenen realite, mutlaka kendi realitemiz olmalıdır. Şiir, resim, tiyatro, sinema, metafizik bir temele oturmalıdır." (Sezai Karakoç, İslâmın Dirilişi, s. 41)



Doğu-Batı

Sezai Karakoç'un sanat algısı hem Doğu kültür ve edebiyatını hem Batı kültür ve edebiyatını çok iyi tanımasından kaynaklanan eşsiz bir birikimi yansıtır. Ülkemiz edebiyatçılarının eksik yanı tek yanlı bir sanat algısıyla edebiyatçı kimliği oluşturmalarıdır. Bu anlamda Sezai Karakoç sanat görüşünü ortaya koyarken âdeta bütün coğrafyaları bütün zamanları dolaşır. Cemal Süreya'nın deyişiyle: "Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir, Nietzsche de bilir, Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nâzım da okur." Felsefeden dine, sinemadan edebiyata sonra bilime ve tarihe yaslanarak söylediklerini temellendirir. Şiirinde, sanat anlayışında; Attar, Senai, Mevlânâ, Câmi, Yunus Emre, Fuzulî, Bakî, Nefi, Nabi, Nedim, Şeyh Galib, Mehmet Âkif, Muhammed İkbal, Yahya Kemal, Necip Fazıl Doğu dünyasından okuduğu, etkilendiği isimler olurken, Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud, Rainer Maria Rilke, T.S. Eliot, Ezra Paund, Apollanaire Batı'dan etkilendiği isimler olur. Felsefi birikim olarak çağdaş varoluşçular Sartre, Camus, Malraux'u çok iyi okuduğu ve yararlandığı da açıktır. Bir şiirinde şöyle der: "Çevremi dolduran şairler / Homeros Lebid Firdevsi Şeyh Galip / Mevlâna Goethe İkbal". Bütün bunlarla birlikte İslam düşünce ve estetiğinde ufuk açıcı bir diriliş düşüncesi oluşturmayı başarmıştır.

Onun çevirdiği iki kitap olan Batı Şiirlerinden ve İslam'ın Şiir Anıtlarından kitapları bile olaya nasıl baktığını ortaya koyar. Batı Şiirlerinden kitabının girişinde, "İnsanlığa yaraşır, insanlığı yücelten, ya da insan yüceliğini hedef alan ve insanlığın yücelişine karşılık düşen bir edebiyatın boy vermesi için, gücümüz yettiğince, düşünce ve önerilerimizin, soru ve çözümlerimizin, çözümleme ve bireşimlerimizin yanı sıra, bu oluşumun büsbütün soyutta ve askıda kalmaması ve konkre, tarihi bir platforma oturması için Batı'dan, kendi uygarlığımız ve öbür uygarlıklardan örnekler vermeye uzanma ihtiyacını duyuyoruz." denildikten sonra kitap şöyle takdim edilir: "İnsanlık Uygarlığının Batı yakasından da bir demet gül düşüyor balkonumuzdan içeri." Daha sonra İslam'ın Şiir Anıtlarından kitabından da söz ederek: "Gaye bir koku ulaştırmaktı bu iki şiirden, bu iki dünya şiirinden." der. Dolayısıyla Batı edebiyatının okunmasını, bilinmesini gerekli görür. Batı Şiirlerinden kitabında, Gerard de Nerval, Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud, Paul Valéry, Paul Claudel, Guillaume Apollinaire, Max Jakop, Saint-John Perse, Jacques Prevert, Guillevic, Paul Gilson, Salvatore Quesimodo'dan Sezai Karakoç'un çevirdiği şiirler yer alır. İslam'ın Şiir Anıtlarından kitabında ise, Kâab Bin Züheyr'in "Kaside-i Bürde", Hasan Bin Sabit'in "Savaş Alanında", Zunnûn Mısrî'nin "Zenginlik", İmam Bûsirî'nin "Bürüyen Kasidesi", İbn-i Câbir'in "Güzellikler Kasidesi", Salih Bin Şerif'in "Endülüs'e Ağıt", Mevlâna'nın "Mesnevi"sinin başlangıç bölümü çevirileri yer alır.



Büyülü gerçekçilik

Onun edebiyatındaki en büyük başarısı çağlar ötesi bir olayı güncel bir olayla harmanlayarak düşsel gerçekliğe ulaşabilmesi, zıtlıklardan bir harman yaratabilmesi olmuştur. Onun şiirlerini okurken sanki bütün insanlık tarihini, inanç ve felsefe tarihini okuruz. Zaman hiç geçmemiş gibi zamanlar arası yolculuk yaparız. Orhan Duru'nun Sezai Karakoç ile ilgili tespitleri bu anlamda ilginçtir: "Ben o dönemde Mavi dergisinin eğilimine uyarak toplumsal ya da toplumcu gerçekçi bir havadaydım. Sezai ise buna karşı 'Realizm Magiç' akımını ileri sürdü. Kısaca 'Büyülü Gerçekçilik' diyebileceğimiz bir akım. Sezai Karakoç, gerçekçi, maddeci görüşler yerine, biraz gerçeküstücülükle karışık mistik görüşler yansıtırdı." Bu söz aslında Karakoç'un edebiyatı nasıl algıladığını oldukça iyi açıklar. Onun metafizik, soyutlama, sembol ve günceli aşma, hakikati yakalama, çağlar üstüne taşıma sanat görüşünün erken dönem bir izahıdır. (1988'de Diriliş'te Gabriel Marcel'den "Realisme Magique Hakkında" başlıkla bir çeviri dizisi yayınlanması da ilginçtir. Çeviren de Sezai Karakoç'tur.) Bu, geçip gitmiş bir zamanı bir sembole yerleştirerek yeniden hayat verme girişimdir. Birikimimizi, Doğu ve Batı birikimini zamanlar ötesinden alıp yaşadığı çağa üflemesi, ona ruh ve beden inşa etmesidir. Şiirlerinde insanlık tarihine yönelmesi bundandır. Geçmiş, geçip giden bir şey değildir. Bütün bir insanlık tarihine seslenmek için Hızırla Kırk Saat'teki o sarsıcı dizeyi yazar: "Dirildim bir örnek gibi mahşerden". Sezai Karakoç'taki ses işte mahşerden dirilmiş bir örnek insan prototipidir. Bütün bir insanlığa seslenişi bu yüzdendir. Mahşerden doğuma kadar geriye doğru insanlık serüvenini anlatması bu yüzdendir. Ama hakikat güncelin diliyle anlatılmaz. Bütün insanlık tarihine döşenmiş sembollerle anlatılır. İşte Karakoç bu sembollere başvurur ve insanı varoluş gerçeğine ulaştırmaya çalışır: "Aslında büyük insan, gündelik ayrıntılardan çok, sembolleri yaşar. Ve zaten yalan sembolleştirilemez."

1980 öncesi yaşanan ağır kamplaşma ve kaotik ortamda yok sayılan, ambargo konan Sezai Karakoç, daha sonra âdeta yeniden keşfedilmiş, Türk edebiyatının en güçlü, en saygın kalemlerinden biri olarak her kesimi etkilemiştir. Ahmet Oktay 1980'lerin vicdanı olan bir yazı yazmıştı: "Resmi İdeoloji Tarafından Dışlanan, Yazınsal İktidarı Dışlayan Bir Şair: Sezai Karakoç". Sezai Karakoç hakkında süregelen suskunluğa, bilinçli bir şekilde görmezlikten gelinmesine başkaldıran Ahmet Oktay bu yazıda şöyle demişti: "Kendi sırça köşklerimize sokmadığımız kişilerin yaşamadığını sanmak bir yanılgıdır elbet. Şiirin tarihi yazınsal iktidarların yenilgileriyle dolu." Gerçekten de öyle oldu. Edebiyat iktidarı Sezai Karakoç ile bir kez daha yenildi. Böylece Sezai Karakoç'un teklif ettiği edebiyat poetikasının haklılığı, yerindeliği teyit edilmiş, yarım asrı aşan edebiyat mücadelesi başarıya ulaşmış, tam da dediği gibi bir şair olarak milletinin kalbi, atan nabzı, çarpan yüreği olmuştur. İlhamla, aşkla yoğrulan şiiri milletinin gönlünde yerini almıştır.



Sezai Karakoç, Çağ ve İlham III, Diriliş Yayınları, 1. Baskı1980, s. 133.

Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I, Diriliş Yayınları, 2. Baskı 1988, s. 6.

Sezai Karakoç, İslâmın Dirilişi, Diriliş Yayınları, 5. Baskı, 1979, s. 42.

Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları II, 1. Baskı 1986, s. 37.

Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş, 8 Aralık 1989, Yıl: 30, Dönem: 7, Sayı: 73.

Mehmet H. Doğan, "Sezai Karakoç'un Pazar Postası'ndaki Birkaç Yazısı", Hece dergisi, "Bir Uygarlık Tasarımı Olarak Diriliş", Yıl: 7, Sayı: 73, Ocak 2003, s. 371.

Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları III, 3. Baskı 2011, s. 22.

Cemal Süreya, 99 Yüz, Kaynak Yayınları, 3. Basım 1996, s. 308.

Orhan Duru, "Şiirimizin Gizli Bir Kahramanı: Sezai Karakoç", Hece dergisi, "Bir Uygarlık Tasarımı Olarak Diriliş", Yıl: 7, Sayı: 73, Ocak 2003, s. 381.

Ahmet Oktay, Yazılanla Okunan, "Resmi İdeoloji Tarafından Dışlanan, Yazınsal İktidarı Dışlayan Bir Şair: Sezai Karakoç", Yazko Yayınları, 1. Baskı 1983, s. 222.





Yayın Tarihi : 11.05.2020

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 3092