Necip Tosun ::: YOĞUNLUK, AYRINTI VE YÜZLEŞME / NECİP TOSUN         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 YOĞUNLUK, AYRINTI VE YÜZLEŞME / NECİP TOSUN


Hayat; şiirde, romanda, öyküde değişik görünümlerle, izleklerle, biçimlerle kurgulanır. Şiirde hayat, bir sesle, duyuşla; öyküde ânların, parçaların hikâyesiyle; romanda bütün bir yaşamsal serüvenle aktarılır. Şair pencereden manzaraya bakarken romancı manzaraya değil, bütün bir kente, dünyaya bakar. Şiirde zaman, sıkıştırılmıştır; romanda hayata yayılmıştır. Şair, şiirde, hayatla arasındaki gerilimi anlatır. Romanda ise bu gerilimin "hikâye"si yazılır. Şair, yaşadığı ânı, sesi, duyuşu sonsuza katmak isterken romancı bütün bir hayatı açmak, onu sonsuzluğa katmak ister. Öykü ise tam bu iki türün arasında durur. Şiir gibi ânları anlatmakla birlikte, hayatın bütününe doğru yol alır ve onu temsil edecek bir parçayı öyküleştirir. Şiirden farklı olarak anlatacağı bir "hikâye"si vardır. Ama bu "hikâye" romandaki hikâyeye denk düşmez. Hayatı anlatma peşinde olmakla birlikte hayatın bütününe eğilmez, bir parçasını anlatır.

Şiir, akıp giden hayatın içinden seçilmiş parçalardan, ânlardan oluşan, çoğunlukla kişisel, duygusal deneyimleri yansıtır. Bir coşkunun, bir sesin, bir duygunun ürünüdür. Büyük bir tablodan çok, tek bir ayrıntının aktarımıdır. Dili ise gündelik dil değil, şiirin dilidir. Düşünce ve duygunun örtük, imgesel bir tezahürüdür ve dışsal gerçekliğe bire bir denk düşmeyen soyut, öznel bir sestir. Bu anlamda şiir, hayatı bütünlüklü olarak kapsayamaz, hayatın büyük bir bölümü dışarıda kalır. Öte yandan toplumsal bakış öznelleşmiştir, içinde ağırlıklı olarak şairin kendisi vardır. Gündelik dilden, yaşananlardan, olay ve durumdan yeni bir dile, anlama, anlayışa ulaşılır. Çünkü bütün bunları bire bir yansıtmaz. Ötekinin sesi en aza inmiştir ve kişiye, ben'e bağımlıdır. Şiir "ânlık" bir yapı arz eder ve okurda "parça etkisi" yaratır. Çünkü seçme, arınma ve yoğunlaşmayla oluşur. Bu anlamda şiir, hayatın bütününü anlatmaya talip değildir.

Romancı ise hayatın bütününü anlatma imkânına sahiptir. Romancının önünde geniş bir zaman vardır. İnsanlar, doğarlar, büyürler, ölürler. Dönemler açılır, dönemler kapanır. Dili gündelik hayata denk düşer, imgesel anlatıma başvurmaz. Toplumsal ayna görevi görür, yaşamı yansıtır. Okura karakterler, olaylar, durumlar galerisi sunar. Pek çok insan, olay, durum, çatışma romana girer, çıkar. Romancı hikâyesini, meselesini enine boyuna anlatır, pek çok şeyi kullanır; çünkü önünde sonsuz bir yazı alanı vardır. Romanın hacim sıkıntısı yoktur ve neredeyse istediği her şeyi değerlendirir. Roman, bilgilerle, araştırmalarla, notlarla yazılır. Hem roman bunu kaldırır hem de okur, beklentisi gereği, bunu anlayışla karşılar. Dolayısıyla roman hayatı bütünüyle kuşatabilir. Romanın içine tarih, felsefe, görüşler, mektuplar, çatışmalar rahatlıkla sığar. Çünkü roman D. H. Lawrence'in deyişiyle "yaşamın kitabıdır".

Öykü, hayatın bütününe değil, etkileyici bir hikâyesine, görüntüsüne talip olur. Bunu yaparken de belleğin işleyişinden ve seçicilik duygusundan hareket eder. Bellekte yer edebilecek bir sahneyi, bir durumu hikâye eder. Gerçekten de bir romanı, bir filmi bütün olarak severiz, ama bu filmden belleğimizde sadece belli sahneler, bölümler kalır. Kahramanımızın kızla karşılaşması, gelen bir mektup, yağan yağmurun altında bir ihtiyarın upuzun yürüyüş sahnesi gibi... Zaten bellek, filmi de, romanı da bir bütün olarak saklayamaz, en fazla etkilendiği, bizim hayatımıza denk düşen, karşılığı olan bir kırılma, bir ayrılık, bir kavuşma ânını saklar, onu hatırlar. Uzun süre bellekte bu kalır, o roman, o film anımsandığında bu sahneler gözümüzde canlanır.

İşte öykü, bir filmden, bir romandan farklı olarak, bir bütün olarak hayatı değil, bellekte yer eden, bizi sarsan bu sahneleri hikâye eder. Hayattan seçme bir fotoğrafı aktarır ama bu fotoğrafın temsil yeteneği yüksektir. Öykünün temel ayırıcı özelliklerinden biri, bu "parçalı" algıya denk düşmesidir. Öykü bir parçadır, kesittir; bu anlamda darası düşülmüş bir hayattır. Daha kısa, daha yoğun, daha estetiktir. Aslında bir ayrıntının, hayatın tam da kendisine denk düşen bir kesitinin, fark edilmeyen bir özelliğinin açık edilmesidir. Hayatın bir ayrıntısını, bir gerçeğini öne çıkarıp anlatarak okura yeni bir keşif imkânı sunar. Böylece zamanla belirsizleşmiş, geçerliliğini ve anlamını yitirmiş bir nesneye, duruma, olguya hayat vererek yeniden anlam kazandırır. Hayatın ilerisini, gerisini budayıp, fazlalıklardan arındırarak kristalize etmeyi amaçlar. Dalıp gittiğimiz, boğulduğumuz bir görüntüden bizi çekip alır, bambaşka bir gerçekliğe yöneltir. Bunu yaparken de hem zamanı çok iyi kullanmak hem de söz iktisadına başvurmak durumundadır.

Öykücü, hayatı "temsil edecek" bir metin ortaya koyabilmek için öncelikle "ayrıntı"nın gücünden yararlanır. Ayrıntı önemlidir, zira öykü aslında bir ayrıntı sanatıdır. Burada yapılan, ayrıntıda boğulmak, önemsizi önemli gibi göstermek değildir; hayatın ayrıntıyla nasıl temsil edilebildiğinin gösterilmesidir. Bu ise okura apaçık hayata ilişkin yeni bir bakış açısı teklifidir. Okurun zaten hayatta görüp durduğu, tanıklık ettiği kaba ve çiğ duyguları, gerçeği temsil eden bir ayrıntıyla açıklamak, öykünün temel işlevlerindendir.

Çehov, öykülerinde olağanüstü olaylara başvurmadan, sıradan durumların insanlardaki izlerine eğilir. Bu minimalist bakış, okurda odaklaşma sorununu ortadan kaldırarak paylaşımı en üst seviyeye çıkarır. Çehov bu tutumuyla o güne değin önemsiz gibi gözüken pek çok küçük olayın insandaki şaşırtıcı ağırlığını ve gücünü öyküye taşımıştır. Şu diyalog onun öyküye nasıl baktığını çok iyi anlatır. Çehov, "Öykülerimi nasıl yazdığımı bilmek istiyorsunuz değil mi?" diye sorduktan sonra, masanın üstüne şöyle bir bakıp gözüne ilişen ilk nesneyi, bir kül tablasını alarak eleştirmen Korolenko'nun önüne koyar ve şöyle der: "İşte! Yarın bu bir öykü olacak. Adı da kül tablası" Çehov'un öyküsü tam da budur. Aslında kül tablası hep oradadır. Ama onun varlığı bizde artık sıradanlaşmış, anlamını yitirmiştir. Çehov bu örneğiyle okurdan etrafındaki nesnelere, hatta önemsiz gördüğü en küçük şeylere bile yeni bir bakış açısıyla bakmasını istemektedir. Etrafımızda gördüğümüz her şeye zamanı geldiğinde yeni bir gözle bakmak, bakış açısını değiştirmek ya da onu rutin değerlendirmelerden farklı değerlendirmek, yeniden keşfin ön koşuludur. Virginia Woolf'un, Deniz Feneri'nde anlatıcı bu bakış açısını şöyle aktarır: "İnsan, hem her zaman olduğu gibi sandalyeyi yine bir sandalye, masayı yine bir masa olarak görsün istiyor, hem de bu şey kendini heyecanlandırsın, coştursun istiyor." Evet, farklı, yeni bir bakış açısı. İşte öykücü bu ayrıntı yaklaşımıyla, okura ayrıntının önemini aktarır, hayatta atladığı şeyleri... Çünkü öykü, öncelikle bir ayrıntı sanatıdır. O ağaç hep oradadır ama öykücü onu yeni bir bakış açısıyla hayata katar. Kül tablasındaki kimi rujlu, kimi ısırılmış izmaritlerden hayatlara gider.

Öykücü küçük bir ayrıntıyla, sembolle âdeta bütün bir hayatı özetler. Öykücüler, küçük ayrıntılardan, büyük, kalıcı sonuçlar üretmeye çalışırlar. Küçük ayrıntılarla, göndermelerle bir ânın gizemini (hayatı özetleyen o gizi) sıradan ânlarla sembolleştirirler. İrfan Yalçın'ın "Fotoğraflarda Kalmak" öyküsünde, anlatıcı, annesinin ölümünü hikâye eder. Öykü boyunca hayat ve ölüm karşılaştırılması yapılır. Ölüm döşeğindeki annesi bir küçüklük anısını sayıklamakta, öğretmeninden yediği haksız bir tokadı düşünmektedir: "'Yanımdaki Gülsüm koparmıştı çiçeği, ben değil', diyordu durup dururken, 'bana niye vurdu ki'." Öyküde bu cümle, hayatta hep haksızlığa uğramış birinin tüm hayatını özetleyen bir durum olarak ortaya konur.

Mustafa Kutlu, "Yoksulluk İçimizde"deki bir sahnede, öyküde ayrıntının önemini örnekler sanki: Süheylâ, hayatta neredeyse her şeyden vazgeçmiş, işinden istifa etmiş, kendini dine vermiş biridir. İçini, dışını temizlemeye, tüm fazlalıklardan kurtulmaya çalışmaktadır. Ama bir sabah kontrolsüz bir şekilde telaş telaşa saç tokasını aramaya başlar. Odadan odaya dolaptan dolaba koşmaktadır. Bu, tam da insan acziyetine, fâniliğine ve zafiyetine denk düşen bir durumdur ve sarsıcı, çarpıcı bir kadın gerçeğini/psikolojisini yansıtır. Her şeyinden vazgeçen bayanın bir saç tokasının eksikliğini ta yüreğinde hissetmesi, derin, ince bir ayrıntıdır. Ama hayat tam da burada ışıldar, görünür olur.

Tahsin Yücel de "Mektuplar"da küçük bir ayrıntıyla insanlık dramını gözler önüne serer. İdamlık Medet idam edilmek üzereyken, görevlilerden biri "Medet, şimdi sana kararı okuyacağım, iyi dinle." der. Görevli okumaya başlar. Bu anda Medet idamını unutur ve cehalet korkusu yaşar: "Okudukları konusunda birtakım sorular sorabileceklerini düşünerek korkuyordu." Bu olağanüstü ayrıntı, baskı ve devlet gücü karşısındaki insanımızın ezilmişliğini, korkusunu ve bilinçaltını kusursuz bir şekilde tümüyle açığa çıkarır.

Öykünün hayatı yansıtmadaki önemli bir imkânı da "yoğunluk"tur. Öykü elbette bir ayrıntıya odaklaştığı, bir kesit anlattığı için, daha yoğun, daha sıkı bir anlatım biçimi sergilemesi gerekir. Bu nedenle, daha çok ustalık, gelişmiş bir estetik beğeni ve beceri ister. Ayrıca etkili anlatımın gerçekleştirilebilmesi için de, olaylarda, durumlarda yatay değil dikey bir yoğunlaşma gerekir ve çağrışım, sezdirme, çoğaltma gücüne dayanan çok katmanlı bir yöntem tercih edilir. Bu anlamda imgesel, simgesel anlatım ve dilin çağrışıma yaslanması temel tutumlardandır. Bu yanıyla da okurdan dikkat ve paylaşım bekler. Çünkü küçük ayrıntılarla büyük fotoğrafın ortaya çıkarılması hedeflenmiştir. Olay, karakter, izlenim iyice sınırlanmış, her şey gönderme ve çağrışımla örülmektedir. Truman Capote, Wolfgang Borchert, Julio Cortázar yoğun anlatımla başarılmış oldukça nitelikli öyküler ortaya koymuşlardır. Truman Capote, öykü türünün benzersiz örneklerinden olan "Gece Ağacı"nda, bir hayatı tren yolculuğuna sıkıştırır. Çocukluk korkusuna ilişkin küçücük görüntü, genç kızın şimdiye ve geçmişe ait mutsuz hayatının tamamını gözler önüne serer. Wolfgang Borchert "Kargalar Akşam Yuvalarına Uçar" öyküsünde, sevgiliden, sevgiden, talihten yoksun, rıhtımdaki iki kişinin sadece diyaloglarıyla, yoksul ve kimsesiz hayatları, yoğun ve şiirsel bir anlatımla üç sayfada açığa vurur. "Yaşam tarafından tozdan gri yollara, güz yaprakları ve yaldızlı kâğıtlar arasına savrulmuş" bu iki kişi, yersiz yurtsuz, dışında kaldıkları hayatı, ışıltılı kenti seyrederler. Julio Cortázar "Liliana'nın Gözyaşları"nda, ölmek üzere olan kahramana, ölüm sonrası olacakları, yaşamı geriye sarıp yoğun bir anlatımla yorumlatıp, yaralayıcı bir yaşam hikâyesine dönüştürür.

Fazlalıktan arınmış, en az sözcükle en çok şeyin anlatıldığı, dilin gücüne dayanan bir anlatım özelliği olan yoğunluk, öykü sanatı için vazgeçilmez bir yazınsal tutumdur. Yoğunluk, hem dilsel özeni, hem imgesel yaklaşımı hem de sıkı örgüyü zorunlu kılar. Dil, çok anlamlı okumaya yönelik olarak kurgulanır. Öykü, bu yaklaşımla hayatı, gerçeği daha kısa zamanda, daha etkili ve daha derin yansıtır. Böylece hem ekonomik hem organik yanıyla zamanın ritmine denk düşer. Ânlarla, görüntülerle, bireysel tecrübelerle hayata bakma çağı olan modern hayatı onun ruhuna uygun olarak yansıtır. Başı sonu olmayan, öncesi ve sonrası tartışmalı, parçalı bir hayat yaşayan modern insanı, aynı biçemle anlatır. Bu nedenle son yüzyılın portresi, insanın bireyselleşme macerasının son durağı olan küçük insanın bilinci, bilinçaltı ruh karmaşası öyküyle açık edilmiştir. Bu anlamda iletişimsizliği, yalnızlığı, içe doğru yol alışı modern öykü temel izleği yapmıştır. Modern hayatın kıstırdığı, yalnızlaştırdığı insanın ruh hâlleri öyküde yankılanır. Öykü, çağımızın temel problemi olan yabancılaşmayı da en iyi aktaran yepyeni bir dil olmuştur. İnsanlara mutlak ve değişmez bir gerçek sunma yerine, sisler içinde, belirsizlikler içinde yol alışını aktarırken, modern hayatın hızı, ritmi sırasında durdurup ona ayna olur. Ne olduğunu, nereye doğru gittiğini bir fotoğrafla ima eder. Parçalı, karmaşık ve gerçekliğin zemin kaymasına uğradığı bir zaman diliminde, hayatı aynı flulukla, parçalı, izlenimlere yaslanan, belirsiz yapı üzerinde kurgular. Böylece öykü, imalar ve izlerle bir hayat resmeder. Parça parça anlatırken bir bütünlük duygusu uyandırır. Bütün bir hayat kurmacaya sığmaz gerçeğinden hareket eden öykücüler, roman gibi karmaşık yaşamları, birbirleriyle ilintisiz duyguları, sadece kendi içinde anlamlı olayları bir araya getirip bir bütünlük oluşturmak yerine, parçalanmış bir dünyanın kendi gerçekleriyle hayatı kurgularlar.

Son yüzyılda modern hayatın insanlık hâlleri öykü formatıyla dile gelmiş, öykücüler bu parçalı hayata denk düşen bir yaklaşımla "hayatı" yansıtmışlardır. Franz Kafka, modern insanın kolektif yaşamdaki çıkışsızlığını; James Joyce, yaşamın zenginleştirici yanlarından uzak, bir karabasanı yaşayan, toplumun çeşitli kesimlerindeki insanların çürümüşlüğünü; Katherine Mansfield hayatta seçeneksiz kalmış, acılı, yalnız, yoksul insanların savrulmuşluğunu; Rasim Özdenören eskiyle bağlarını koparmış, yeniyle de uyum sağlayamamış, boşluktaki bireyin toplumsal ya¬pıda yalnızlaşmasını, yabancılaşmasını; Adalet Ağaoğlu baskı, otorite ve bürokrasinin kıstırdığı insanlık hâllerini; Umran Nazif Yiğiter çağdaş organizasyonlar tarafından kıstırılmış küçük insanın/memurun çaresizliğini, yenilmişliğini modern öykünün imkânlarıyla anlatır.

Öykü, sunduğu bu fotoğrafla insanı kendisiyle, hayatla yüzleştirir. Bu anlamda modern öykünün önemli fonksiyonlarından biri, insanı/okuyucuyu kendine yöneltmesi ve onu bir iç muhasebeyle karşı karşıya bırakmasıdır. Bu imkânın, insanı kendisinden uzaklaştıran modern yaşam düşünüldüğünde oldukça işlevsel olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde pek çok karabasanı yaşayan modern insanın asıl acınası yanı, onun bu hâlini gösterecek bir imkândan, ortam ve araçtan yoksun olmasıdır. Modernizm, kurduğu yaşam biçimiyle günümüz insanına, düşünmesi, kendine yönelmesi için ne zaman, ne de imkân tanımaktadır. Böylece modern insan, kendi iç zenginliğinin ve yeryüzündeki konumunun bilincinden uzak, mekanik bir varlık olarak, herhangi bir eşya gibi süflî bir hayatiyeti sürdürmektedir. Onu bu konumundan uzaklaştıracak ve bu konuda ona ipuçları verecek olan şey, hiç kuşkusuz bir "çarpılma" ve "keşif" hâli olacaktır. Bunun etkili olabilmesi için de çarpılmanın hiç beklemediği bir ânda ve mekânda olması gerekir. İşte bu kontra etkiyi öykü, küçük bir dinlenme ânında, bir yolculuk süresinde yapabilir. Böylece insan, bu üç-beş sayfanın sonunda kendine, evrendeki konumuna bakabilir ve yanlışlarıyla, doğrularıyla yüzleşme imkânı bulabilir.

Teknolojik gelişmelerin insanlara yeni anlayışlar, yeni davranış ve ahlak biçimleri kazandırması yanında, onların zevk ve tercihlerini bile belirler hâle geldiğini söyleyebiliriz. Bunlardan en dikkat çekici olanı, zaman olgusudur. Çağımızda dört bir yandan çeşitli uğraşlarla kuşatılmış ve eline bir yığın elektronik ve mekanik araç tutuşturulmuş olan insanlar için zaman olgusu artık daha bir önem kazanmıştır. Günümüz insanı, zamanını bu uğraşlara ve araçlara ayırdığından, bu uğraşlar ve araçlar dışındaki zamanı çok iyi değerlendirmek durumunda kalmıştır. Bu nedenle modern insanın sanata, kültüre ayıracağı zaman dilimi küçülmüştür. Çeşitli nedenlerle sanat ve kültürden kaçınamayan modern insan, bu etkinliklere en kısa yoldan ve en az zamanda ulaşmak istiyor. Zamanı elinden kaçırmış modern insanın bu konuda bulduğu ilk çözümse her şeyi "özet"inden yakalama arzusudur. Bu da en az çabayla en çok faydayı sağlama arayışıdır. Burada çağın insanının yardımına "görsellik" koşmaktadır. Modern insanın gözdesi olan görsel medya ile sinemanın cazibesini bu arayışlara bağlamak mümkündür. Artık yüzlerce sayfalık romanı haftalarca okumak yerine, o romandan uyarlanmış iki saatlik bir filmi seyretmek insanlara daha cazip gelmektedir. Çünkü modernizm, insanlara özet yaşamayı dayatmaktadır.

Tabi bütün bunlarla "zaman alan yazınsal tür ve sanatların yarınlarda şansı yok; buna karşılık, modern yaşamın ritmine, beklentilerine uygun türlerin ve sanatların şansı var" denmek istenmiyor kuşkusuz. O bildik örnekle nasıl fotoğraf, resim sanatını; televizyon, sinemayı yok edememişse, zamanın dayattığı realiteler de elbette bu yazınsal tür ve sanatları yok edemeyecektir. Ama modern insanın ritmiyle, temposuyla ve beklentileriyle örtüşmeyen yazınsal tür ve sanatlara "nazaran", bu nitelikleri bünyesinde barındıran sanatların "daha cazip" olacağını söylemek mümkün. Modern insanın beklentileriyle örtüşen sanatların başında ise öykü sanatının geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü öykü, romana göre iktisatlı yapısı (kısa) ve şiire göre anlam açıklığıyla modern insanı rahatlıkla yakalayabilecek bir tür. Başka bir deyişle öykü, kısa ve yoğun yapısı, anlam açıklığı ve gündelik hayata denk düşen yalın, dolaysız anlatımıyla modern insanın beklentilerine cevap verebilecek bir özelliğe sahip.

Öykünün, özet yaşamaya talip modern insana sunduğu ilk cazip yanı kısa oluşudur. Öykü bu özelliğiyle modern insana bir okuyuşta bitirebilme şevki ve hissi verir. Uzun okumalarda olduğu gibi okuyucu metinden durmaksızın kopmaz. Ve okuyucudan kısa bir zaman dilimi talep eder: Bir otobüs yolculuğu, bir metro veya uçak yolculuğu gibi. Bu da modern insanın aradığı bir şeydir.

Öykünün modern insanı yakalayan ikinci çekici yanı da, onun yüksek yaşam ritmine, temposuna, gerilimine denk düşen yoğun anlatımıdır. Öykücü söyleyeceği şeyleri en kısa ama en net ve vurucu şekilde söylemek/anlatmak durumundadır. Öykü, gereksiz kelimeleri, gevezeliği kaldırmaz. Fazladan, gereksiz tek bir kelime bile öykünün kurduğu dünyayı bozmaya yeter. Bu da yoğun anlatımın gerektirdiği tempolu ve iç ritimli anlatımdır.

Anlam açıklığı da öykünün günümüz insanının beklentilerine denk düşen bir özelliğidir. Gerçi o da şiir gibi zaman zaman imgelere, simgelere başvurur ama "çok özel" dünyalardan ziyade, anlam alanı geniş olaylara, enstantanelere, kişilere eğilir ve öykünün "hikâye"si çoğunlukla gündelik hayata denk düşer. Böylece modern insana, kabullenimi, sahiplenimi kolay dünyalar kurar. Bu anlamda öykü, modern insanın dünyasını kolaylıkla yakalarken metin-okur ilişkisi hızlı ve etkin gerçekleşir.

İşte öykü bütün bu imkânlarıyla "hayat"lar aktarır, insanı kendi kendisiyle yüzleştirir. Hayatı, şiire göre daha da açarak, "hikâye" ederek, romana göre de sıkıştırarak, parçalayarak, onu temsil eden fotoğrafı bularak sanat katına yükseltir.

Henri Troyat, Çehov, Ada Yay., 1. Basım 1987, s. 88.

Virginia Woolf, Deniz Feneri, Can Yay., 1. Baskı 1982, s. 250.


Yayın Tarihi : 6.06.2020

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 1823